ÇALIŞMANIN GEREĞİ, DEĞERİ VE ÖNEMİ

 

     İslâm dini yalnızca kalplerde, gönüllerde ve vicdanlarda gizlenmeyi değil, toplum ve bireyin bütün hayatında uygulanmayı emreder. Çünkü mensubu olduğumuz bu din; hem itikadî, hem hukuki, hem ameli ve hem de ahlâki hükümleri olan bir dindir. Allah (c.c.)’a ve O’nun peygamberlerine, meleklerine, kitaplarına, kadere ve ahiret gününe kalbimizle olan imanımız, önce dilimizde, sonra işlerimizde ve daha sonra eylem ve tavırlarımızda ortaya çıkmaktadır. Çünkü İslâm bütün hükümleriyle bir yaşam dinidir. Temeli iman, hedefi de güzel ahlâktır.

 

     Bir kimsenin Müslüman oluşu, Kelime-i şehadet getirmekle başlar. Çünkü kelime-i şahadet Müslümanlığın giriş kapısını teşkil eder. İnanarak kelime-i şehadet getiren bir kimse şüphesiz mümindir. Abdest alır, namaz kılar, oruç tutar, zekât verir, hacca gider, başkasının malına, namus ve canına tecavüz etmez, hile yapmaz, faiz yemez, kumar oynamaz, falcılık yapmaz, ölçü ve tartılarda hile yapmaz, hırsızlık etmez, emanete hıyanet etmez, helal olmayan şeylere göz atmaktan sakınır, ihtikar (kara borsacılık) yapmaz, rüşvet almaz, zulüm (gasp) yapmaz, hiçbir kimseyi aldatmaz, içki içmez, malını ve vücudunu safahat yolunda harcamaz, vatanına ve milletine bağlanır, özetle Allah (c.c.)’ın emirlerini noksansız yerine getirir ve yasaklarından da kaçınır.

 

     Cenâb-ı Hak, iyi insanlara da, kötü insanlara da birçok sayısız nimetler ihsan etmiş ve nimetlerini verirken de ister iman etmiş isterse etmemiş olsun birbirinden ayırmamıştır. Fakat akıl ve irade sahiplerinin, ahirette kavuşacakları nimetleri elbette bir değildir. Onlara vereceği nimetleri, sa’y ve amel kanununa bağlamıştır. Dünyada çalışan kazanır, çalıştığının mükâfatını görür, çalışmayanlar da, tembelliğin cezasını bulur.

 

     Allah (c.c.), nimet, sağlık ve rızık hazinelerinin tek sahibidir. Bu nimetleri bize, çalışmak şartıyla verir. İnsanı fakirlikten, açlıktan kurtaran, ancak çalışmak ve çabalamaktır. Yalnızca çalışmak da yeterli değildir. İşini iyi bilmek (işinin erbabı olmak) dikkat ve sebat göstermek gerekir. Bir insan yapacağı işe dikkat etmez ve sebat göstermezse, ondan yarar sağlayamaz. O durumda kaderim kötü imiş, demek haksızlık olur. Bunun için, Müslümanlar çocuklarına ilim, marifet (san’at) öğretmek, onları mü’min ve iyi ahlâk sahibi bir insan olarak yetiştirmek gerekir.

 

      İslâmiyetten önce Arap yarımadasında ve dünyanın diğer yerlerinde, akla hayale gelmeyen binbir türlü rezalet hüküm sürüyordu. Fakirler, biçareler, sefalet altında inim inim inletiliyor, insanlar her türlü hürriyetten yoksun bırakılıyordu; ölmek yaşamaktan daha hayırlı idi. Halk kitlesi aç ve sefildi; zenginler, tefeciler tarafından, mütemadiyen sömürülüyordu. Bu karanlık dünyanın üzerine 610 miladi yılında bir ışık doğdu. Böylesine bir dünya nizamını öksüz ve yetim bir yavru değiştirmişti. Zira Allah (c.c.)  İsra Sûresi 81. ayet-i kerime’de: “De ki! Hak geldi ve batıl yok oldu, gitti. Gerçekten batıl daima yokluğa mahkûm bulunmaktadır.” buyurmuştur.

 

     Allah (c.c.) Necm Sûresi, 39-40-41’ inci ayet-i celilelerde: “Hakikaten insan için kendi çalıştığından başka bir şey yoktur ve muhakkak onun ameli yarın (kıyamette) görülecek, sonra ona en değerli mükafat verilecek.” Buyurmaktadır.

 

     Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) hayırlı bir Müslüman hakkında: “Sizin en hayırlınız ahiretini dünyası için, dünyasını da ahireti için terk etmeyenlerdir. Hayırlı Müslüman, dünyasını da ahiretine çalışan, her ikisinden de nasibini alandır. İki gününü birbirine eşit yapan aldanmıştır.” buyurdular.

 

     Her Müslüman hem dünyası ve hem de ahireti için çalışacaktır. Her türlü saadet çalışmakta, her türlü felaket tembelliktedir. Kötülüğün kapısını tembellik açar, ocaklar söndürür, her türlü ahlâksızlığa sevk eder. Gerçek Müslüman çalışkan adam demektir. Çünkü Allah’ın (c.c.) emri çalışmaktır. Peygamber (s.a.v.) çalışınız, demektedir. Allah’ın (c.c.) bütün peygamberleri bil’fiil, bu emirlerini çalışarak bizlere öğretmişlerdir. Bütün alimler, salihler de çalışmış, bizlere örnek olmuşlardır. Öyleyse bizlere düşen de çalışmak, hem de iyi ve doğru çalışmaktır. Her şey çalışmakla elde edilir. Yaşamak için çalışmak lazımdır. İlim çalışmakla öğrenilir, zenginlik de çalışmakla elde edilir.

 

      Allah (c.c.) bize el, ayak vermiş; göz, kulak, akıl, fikir, veren Allah’a (c.c.) şükrederek çalışmamız lazımdır.

 

     Kesb, çalışıp kazanma, kazanç, bir insanın kendi kudret ve iktidarını bir işe sarf etmesi demektir. İslâmiyette kişinin çalışıp rızkını kazanması, geçimini sağlaması (kadın ve erkeğe) farzdır. Rasûlullah (s.a.v.) “Helal aramak ve elde etmek için çaba sarfetmek, farzdan sonra farzdır.’’  buyurmuşlardır. Yine Kesb, helal mal kazanmak demektir. Kesb, malı artırır, fakat rızkı artırmaz. Rızk mukadderdir. Yaşamak için lazım olan malları helalden kazanmağa çalışmak gerektir. Kendine, evladına, iyaline ve borçlarını ödemeğe lazım olanları kesb etmek farzdır. Zira Rasûlullah (s.a.v.) “Beş vakit namaz kılmaktan sonra, çalışıp helal kazanmak, her müslümana farzdır.’’ Buyurmaktadır.

 

     Kur’an-ı Kerim’ de ‘Sa’y’ kelimesi kullanılmıştır. Lügatta sa’y, oluşmak, iş görmek, gayret sarfetmek manalarına gelir. Kur’an-ı Kerim’de, çalışmanın, emek sarfetmenin önemine ve herkesin ancak kendi yaptığının karşılığını bulacağına işaret edilmiştir. Nitekim Allah (c.c.) meali evvelce verilen ( Necm Sûresi 39. ayet-i kerimesinde) bu hususu açıklar ve insanın kainat ve toplum içindeki yerini ancak çalışmakla alabileceğini belirtir. Bu hüküm, insanı sadece kişisel ve ailevi ihtiyaçlarını giderecek çalışmaya değil, aynı zamanda içtimai üretimi ve refahı sağlayacak çalışmaya teşvik etmekte, bunu kendisine çok yönlü bir vazife olarak hatırlatmaktadır.

 

     Dünyada hiçbir din ve iktisad sistemi, İslâm dini kadar çalışmaya yer vermemiştir. Dinimizde çalışmak herkese borçtur. Çalışmak en büyük ibadettir. Kur’an-ı Kerim’de 360 ayet-i kerime, iş ve amele (çalışmaya), 190 ayet-i celile fiile işaret etmektedir. En’am Sûresi 164. ayet-i kerimede: “Herkesin kazancı ancak kendine aittir. Hiçbir günahkar, başkasının günahını çekmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O vakit Allah dünyada ayrılığa düşmüş olduğunuz şeyleri size haber verecektir.’’ Buyurulmuştur. Dinimiz bize çalışmayı emreder. Kulun rızkını Allah (c.c.) verir diye çalışmayan, aç kalır. Allah (c.c.) bizi muhafaza eder deyip, kendisini esirgemeyen, tehlikeye düşer. Çalışmak insana, hayat, rızk, saadet, rahat, şeref ve itibar getirir. Tembellik insanı daima sıkıntı içine sürükler; çalışmayan bir insan her şeyden mahrum olur. Mükellef olduğumuz vazifenin gereklerine ve güzelce idaresine çalışır isek, yavaş yavaş o işin erbabı olur; büyük bir makama nail oluruz ki, bu cihette itibar ve haysiyetimiz günden güne artmaya başlar ve dünyada rahat etmiş oluruz. İnsan hangi işte bulunursa bulunsun, ‘bunu terketsen ne olur; insan bu işte para mı kazanır, itibar mı bulur, rahat mı bulur?’ dememelidir. Çünkü her işte Rabbin keremi ile ve ancak sa’y (çalışmakla) ve gayret ile işin erbabı olunur. Çalışkan kimse, gerek Hak Teâlâ (c.c.) ve gerekse halk nezdinde mutlaka aziz ve muhterem olduğu gibi, günden güne terakki (ilerleme) kaydeder ve her arzusuna sahip olur, daima işi yolunda gider, bu sebeple hiçbir hususta zahmet ve meşakkat çekmez, kemali istirahat ve saadetle yaşar. Aksine, çalışmayanlar evvel emirde hiçbir emele, gayeye nail olamazlar. İkincisi, tembel olanların fikri zayıf, arzuları noksan olmakla beraber, nihayet kendileri dahi cahil kalır, hakir ve zelil sayılıp, insanlar arasında hayvandan bir farkları yoktur. Tembellik birçok kötü ahlâki neticeler doğurabilir. Yani, boş ve avare gezenlerin üzerine şeytan daima galebe eder, fuhşiyata, günaha ve kötü yollara teşvik eder. Daima sefalette, zahmet ve meşakkatle hayatını sürdürmekte, herkese karşı menfur, merdud olmaktadır. Bunun için çalışmak lazımdır. Bir toplumda iş görmeden kazanmak, kazandığı zaman da hırsızlıkla, rüşvetle veya ihtikârla, refah seviyesine erişmek mümkün değildir.

 

      Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Herkes kazancına bağlıdır, iyi iş yapan kendisine, kötü iş yapan yine kendisine.’’

 

     Yukarıda belirtilen ayet-i kerimelerden açık olarak anlaşılıyor ki, maddi olsun, manevi olsun, kazanç ve zarar hep kendi işlerimizin birer neticesidir. Zevklerimiz ve elemlerimiz, düşmelerimiz, kalkmalarımız hep kendi işlerimizin birer sonucudur. Netice itibariyle bunlardan kendimiz sorumluyuz. Bu binanın mimarı biziz. Hangi taraf için çalışırsak, Allah (c.c.) onu verir.

 

     Gözümüzü çevirip baktığımız zaman, her yerde bir hareket ve faaliyet görürüz. Ay, güneş, yıldızlarıyla semavi ecram, dünya ve içindeki canlılarla birlikte bütün cisimler harekettedir. Esen yeller, akan seller, dalgalanan deniz ve topraktaki her bir i, bu faaliyetin mantıki birer şahididir. Şair Mehmet Akif bunu ne güzel ifade ediyor:

         Bir baksana, gökler uyanık, yer uyanıktır.

         Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır.

     İnsan, faaliyetten uzak kalamaz, çalışmak mecburiyetindedir. Vücudun tabii ihtiyaçları insanı bu istikamete zorlamaktadır. Bunun aksini düşünmek yanlıştır. İnsan, faaliyetinde muvazeneyi temin etmedikçe, ileri gidip ifrata, geri kalıp tefrite düşmekten kurtulamaz. Muvazenesiz bir çalışma içinde, müstakim bir yol takip etmenin imkânı yoktur.

 

      Müslümanlık, çalışma dinidir. Tembelliğin Müslümanlıkta yeri yoktur. Peygamberimiz (s.a.v.) tembelleri ve boş duranları hiç sevmezdi. Peygamberimizin (s.a.v.) mübarek dualarından bir tanesi. “Allah’ım!  Acizlikten ve tembellikten sana sığınırım.’’

 

       Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, Medineye hicretlerinde, Mekkeli ve Medineli Müslümanları kardeş etmişler, onları namaz vakitlerinin haricinde ziraate, ticarete sevk etmişlerdir. Hz. Ali (r.a.), Yahudilerin kuyusundan su çekerken görüp ayıplamak isteyenleri şöyle cevaplandırdı: ‘Alın teri ile kazanmak ayıp değildir, el açıp dilenmek ayıptır.’

 

    Kendini ve çoluk çocuğunu kimseye muhtaç etmemek, onların ihtiyacını helalden kazanmak, dinde cihad sayılan şeylerdendir. Çok ibadet etmekten daha üstündür. Bir gün Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ashabı ile oturuyordu. Sabah erkenden bir genç, hızlı hızlı yanlarından geçti ve dükkânına gitti. Sahabe-i kiram : ‘Yazık, keşke bu erken vakitte din işine baksaydı!’ deyince, Rasûlullah (s.a.v.) : “Öyle söylemeyiniz. Eğer başkalarına muhtaç olmamak için gidiyorsa, Allah (c.c.) yolundadır. Övünmek için, desinler için ve zengin olmak için gidiyorsa, şeytanın yolundadır. İnsanlara muhtaç olmayıp, dünyalığını helalden kazanan veya komşularına ve akrabalarına iyilik yapan, kıyamet günü yüzü ondördüncü gecedeki ay gibi olur. Ticaretle uğraşınız; zira insanların rızkının onda dokuzu ticarettedir. Dilencilik kapısını kendine açana Allahü Teâlâ (c.c.) yetmiş fakirlik kapısı açar; ihtiyaç ve zarureti artar.’’ buyurmuşlardır. (Kimya-yı Saadet)

 

     Hz. Ömer (r.a.), bir hutbelerinde cemaate vaaz ederken: ‘Sizden herhangi biriniz bir köşeye çekilip, Allah’ım (c.c.) bana rızık ver! Diye tembel beklemesin. Hepiniz çok iyi bilirsiniz ki; gökyüzü altın, gümüş yağdırmıyor ve yağdırmaz’ buyurdular. Demek oluyor ki, her Müslüman çalışacak, çalışma sebeplerine sarılacaktır. Çalışan kimseleri Allah (c.c.) da sever, kullar da sever. Peygamberimiz (s.a.v.), “Doğru yoldan çalışıp kazananlar, Allah’ın (c.c.) sevgili kullarıdır. Çalışıp kazanan kullarını Allah (c.c.) sever.’’ buyurmuşlardır.

 

      İnsan için kendi emeğinden başka güvenecek bir şeyi yoktur. İnsanın eline, çalışmasının, çabalamasının sonucu olarak, kıymetli, güzel şeyler geçer. Çalışmayan tembel adamlar, mahrumiyet içinde herkese yük olurlar. Yaptığı işten kimseye hayır gelmez. İş yaptıranlar da memnun olmaz, kendisine beddua ederler.

        

      Rasûlullah (s.a.v.) “Helalinden istemek ( kazanmak, Hak uğrunda yapılan) bir muharebe ( kadar ecirli- sevablı)’dır. Hiçbir kimse, kendi elinin emeğinden daha tatlı ve hayırlı bir yiyecek asla yememiştir. Allah’ın (c.c.) peygamberi Davud (a.s.) bile, kendi emeğinden yerdi.’’  buyurmuşlardır.

 

       Bir gün Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) birkaç kişi geldi. ‘Ya Rasûlallah! Bizde bir adam var. Gündüz oruçla, geceleri de namazla, zikirle meşgul oluyor, dediler; yani bu adam çok mübarek bir adam demeye getirdiler. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onlara sordu: “O halde onun yiyeceğini kim temin ediyor?  Onlar: ‘Biz temin ediyoruz.’ diye cevap verdiler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) “Demek ki siz, hepiniz ondan daha hayırlısınz.’’ buyurdular.

 

     Hz. İsa (a.s.)  bir adama rastlamış ve ona sormuş: ‘Ne iş yaparsın?’ Adam ‘Devamlı ibadetle meşgul olurum’ demiş. Hz. İsa (a.s.) ‘Peki! Sana kim bakıyor?  Demiş. Adam : ‘Kardeşim bakıyor’ demiş. Hz. İsa (a.s.): ‘ O halde kardeşin senden daha hayırlı, daha şerefliymiş.’ cevabını vermiştir. Bizim dinimiz saadet dinidir. Bizim saadetimiz, şerefimiz, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hayatını örnek almak ve  O’nun yüce emirlerini, hadislerini uygulamaktan doğmaktadır. Her insan çalışacak, şerefiyle yaşayacaktır. Çalışma Allah (c.c.)’ın  kanununa bağlıdır. Alemde her mahluk çalışıyor, bir civciv bile, yumurtadan çıkınca gıdasını arıyor. Allah (c.c.) bize lütfettiği nimetleri, çalışmak suretiyle verir. Hz. Meryem validemiz (r.a.) bir hurma ağacı altında aç kalmıştı. Cenâb-ı Hakk’ın emriyle ağacı salladı; olmuş hurmalar döküldü; bunları toplayıp karnını doyurdu. Allah (c.c.) Hadis-i Kudside; “Ey kulum! Elini kımıldat, rızkını indireyim.’’ buyurmuşlardır. Bütün şerefini, insanlığını bilen kimseler, bu yolda yürümüşler, izzeti, şerefi çalışmakla kazanmışlardır.

      Sağlığı yerinde, güçlü kuvvetli bir Arabi, Rasûl-i Ekrem Efendimize (s.a.v.) gelerek: ‘Muhtac-ı himmet bir fakirim; bana sadaka verip yardım ediniz.’ diye dilencilik yoluyla para istedi. Peygamber Efendimiz  (s.a.v.) el açıp dilenen bu sapsağlam kişiye : “Senin evinde bir şeyin var mı?’’ diye sordu. O zat büyük bir saflık ve dürüstlükle:  ‘Evet var’ dedi ve ilave etti: ‘Kalın bir maşlahım var. Bir kısmını sırtıma örter, uzanan uçlarını da altıma sererim. Bundan başka bir de ağaçtan oyma su kabım vardır, çoluk çocuğumun içeceklerini muhafaza ederim.’ O zatı dikkatle dinleyen Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Bu söylediklerinin ikisini de hemen bana getir.’’ Uzun boylu perişan kıyafetli zat, derhal evin yolunu tuttu ve birkaç dakika sonra, bir elinde deve yönünden dokunmuş kalın bir maşlah; diğer elinde de ağaçtan oyma su kabıyla geldi ve her ikisini de Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, ashab-ı kirama dönerek, “Bunları kim satın alır?” diye sordu. Hazır bulunanlardan biri: ‘Ben bir dirheme satın alabilirim, ya Rasûlallah! dedi. Allah’ın Rasûlü (s.a.v.) tekrar sordu. “Artıran  yok mu?’’ Bir başkası, ‘ben iki dirhem verebilirim, dedi. Ve maşlah ve su kırbası, onun üzerinde kaldı. İki dirhemi kişi, eşyayı alıp gittikten sonra, Rasûlullah (s.a.v.) parayı fakir kişiye teslim ederken şöyle buyurdu: “Bu paranın bir dirhemi ile, kendinin ve ailenin ihtiyaçlarını al. Diğer bir dirhemi ile de bir balta ile bir ip alarak yanıma gel!’’ Yaptığı işlerin nereye varacağını bilemeyen bu kişi, paranın bir dirhemi ile ev ihtiyacını temin ettikten sonra, geriye kalan bir dirhemi ile, balta ile ip alarak tekrar Rasûlullah (s.a.v.)’in yanına döndü. Rasûlullah (s.a.v.) perişan kıyafetli, çekingen ve korkak zatın elinden tuttu ve : “Git, şehrin kenarında kuru hurma dallarını kes; sonra getir ve sat. Onbeş gün bu işe devam ettikten sonra, bana tekrar uğra!’’ buyurdular. O güne kadar kendisinin bir şey yapabileceğini aklı kesmeyen, ancak dilenmek suretiyle yaşayabileceğini zanneden adam, Rasûlullah (s.a.v.)’in huzurundan ayrıldı ve işe koyuldu. Aradan tam onbeş gün geçmişti. Adam Rasullullah (s.a.v.) “Nasılsın?’’ diye sordu. Adam: ‘Elhamdülillah, on dirhem kazandım. Bunlardan bir kısmı ile sattıklarımı geri alıp, ev ihtiyacımı temin ettikten sonra, bir kısmı ile de gördüğünüz gibi üstümü başımı yeniledim.’ O zaman Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Birinizin sırtı ile odun getirip satarak nafakasını kazanması, avuç açarak dilenmesinden daha hayırlıdır.’’

 

      İslâm dininin gayesi, insanoğluna huzurlu bir hayat bahşetmektir. Hakiki mü’minler, Müslümanlar, işini, gücünü, san’atını iyi, doğru dürüst, düzgün yaparlar. Her Müslüman bilir ki, işini sanatını iyi yapan kullarını Allah (c.c.) sever ve onlardan memnun olur. Bir kimsenin san’atkar olabilmesi için çalışkan olması lazımdır. Çalışmayan, tembel insanlar, sanatkar, sanat sahibi olamazlar. Yaradılış itibariyle medeni bir varlık olan insanın, medeniyetin icablarına tab’an meyli vardır. Toplu halde yaşamak, yükselme ve ilerleme kayd etmek ve bir barınağa sahip olup iptidailikten kurulmak azmindedir. İnsanoğlunun aklen araştırdığı ve ruhen meylettiği hususları elde edebilmesi için, her çeşitli sanata ihtiyacı vardır. İnsanların muhtaç oldukların san’atların ilk önderliğini Peygamberler, sahabeler, selef-i salihin, alimler, birçok din önderleri yapmışlardır. Padişah ve şehzadeleri arasında incicilik, ticaret, nakliyecilik, terzilik ve ayakkabıcılık, bez ağartıcılık, terlikçilik, denizcilik, dokumacılık, karada ve denizde avcılık, marangozluk, kuyumculuk, hattatlık gibi en yaygın sanatlara vakıf olanların bulunduğunu tarihi eserlerden öğrenmekteyiz.

        

      Başta Allah’ın (c.c.) Peygamberleri olmak üzere, bütün büyükler, kıymetli insanlar, çalışmayı hiç ihmal etmemişler, hepsi birer meslek sahibi olmuşlardır. Hz. Adem (a.s.) çiftçilik, Hz. İdris (a.s.) terzilik, Hz. Nuh (a.s.) marangozluk, Hz. İbrahim (a.s.) dokumacılık, Hz. Davud (a.s.) demircilik, Hz. Süleyman (a.s.) hasırcılık, Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz de tüccarlık yapardılar. Ashab-ı kiram Efendilerimizin her birisi bir işle meşgul olmuşlardır.

        

      Müslümanların yalnız ahiret rehberi değil, aynı zamanda bir dünya lideri olan Resul-i Ekrem (s.a.v.) Hazretleri, mutad gazalarından  birinde, yemek molası için bir yerde konakladılar. Rasûlullah (s.a.v.) Hazretlerinin  emr-i icabınca bir koyun kesilecek, pişirilip gazilere dağıtılacaktı. Bunu kim yapacaktı? Hazır bulunanlardan biri : ‘Koyunu ben keserim’ diye ayağa kalktı. Bir başkası da, ‘Et pişirmesini bilirim; ben de pişireyim’ dedi. Ashab-ı kiram, böylece aralarında vazife taksimi yaparken, Efendimiz(s.a.v.) şu ifadede bulundular: “Ben de hep birlikte yiyeceğimiz bu yemeğin ateşi için odun toplayayım; sırtımda çok iyi hurma dalları taşırım.’’ buyurdular. Ashab-ı kiram hep birlikte : ‘Haşa ya Rasûlallah! Biz bütün hizmetleri görürüz. Siz de şu hurma ağacı altında istirahat buyurun’ dedilerse de; Müslümanların o aziz rehberi ve yegâne lideri, şu cevabı verdiler: “Ben bilirim ki, siz bütün hizmetleri görür, zahmetleri çeker, yemeği hazırlarsınız! Ancak siz çalışırken benim oturmam, siz sıcakta terlerken benim istirahat etmem, beni rahatsız eder; ümmetine hizmet ettirip kendisi istirahata dalan bir idareci olmak istemem; Allah (c.c.) Hazretleri, kendisini Müslümanların içinde farklı muameleye tabi tutanları sevmez.’’ buyurdular.

 

      Hz. Davud (a.s.) devamlı surette tebdil-i kıyafette halkı teftiş ediyordu. Bir gün yine şehri gezerken, Allah (c.c.) tarafından bir melaike insan kıyafetinde gönderildi. Hz. Davud (a.s.) önüne çıkarak, kendisi hakkında düşüncesini, fikrini almak amacıyla halktan biri sandığı bu kişiye (Melaikeye) dedi ki: “Ey kişi! Davud (a.s.) nasıl bilirsiniz?’ Kişi de, ‘İyi olarak bilirim, ancak bir durum var ki, Davud (a.s.) kazancının kendi eli ve yalnız kendi alın teriyle rızkını temin ederdi.’

 

      Bir gün Davud (a.s.)’nin oğlu Hz. Süleyman (a.s.) Allah’a (c.c.) şöyle dua etti: ‘Ya Rab! Benden önce kimseye vermediğin, benden sonra da bir benzerini hiç kimseye vermeyeceğin bir mülk ve saltanatı bana ihsan et. Eğer sana hamd ve senada kusur ve eksiklik edersem, benden ziyade sana şükür eden bir kulunu bana göster!’ dediği zaman, Cenâb-ı Hak tarafından şöyle bir nida geldi: “Ey Süleyman! Açlık ve susuzluğunu gidermek, avret yerlerini örtmek ve bana ibadet etmek için kendi eli ile çalışan kimse, senden daha çok şükretmiş olur.’’ Bunu duyunca Hz. Süleyman (a.s.) ‘Ya RAB! Kendi elimle çalışıp kazanmayı bana nasip eyle.’ deyip Hak Teâlâ’dan niyaz eyleyince, Cebrail (a.s.) gelip, kendisine hurma yaprağından zenbil örmesini öğretti. Hurma yaprağından zenbil yapanların ilki Peygamber Süleyman (a.s.) oldu.

 

      Sultan Mahmut Han, boş zamanlarında kuyumculuk yapardı. Yaptıklarını satar, elde ettiği birkaç kuruş karla, kendisinin ufak tefek ihtiyaçlarını temin ederdi. Bundan da büyük bir zevk duyardı. Gene bir gün kuyumculuk yaparken, vezirlerden biri padişahın yanına yaklaşmış ve ‘’Padişahım! Milletin hazinesi sizin demektir; niçin böyle uğraşıp kendinize zahmet edersiniz?’’ deyince hamiyetli Padişah:’’ Bre bana ne söylüyorsun? Milletin hazinesi milletindir; milletin ihtiyacına sarfetmek gerekir, insanın çalışıp alın teri dökerek kazandığı paranın zevki başkadır. İçinde alın teri, göz nuru bulunan kazanç, helal olur.’’ diyerek vezirin ağzını kapatmıştır.

 

      Peygamber Hz. Süleyman (a.s.) yalvararak : ‘Ey Allah’ım! Ahiretteki yoldaşımı bana bildir’ demiş. Yüce Allah, “Ey Süleyman! Öğleden sonra şehrin kuzey tarafına git; orada ahiret yoldaşına rastlarsın’’ buyurmuşlardır. Hz. Süleyman (a.s.) öğleden sonra şehrin kuzeyine doğru gitmiş. Epeyce gittikten sonra, sırtında bir yük odunla gelen yaşlı bir zata rastlamış. Yaşlı zat, kan ter içinde, elbisesi yama dolu ve elleri nasırlanmış birisiymiş. Bu zat dinlenmek için oturunca, Hz. Süleyman (a.s.) kendini tanıttıktan sonra, ona: ‘Gel tahtıma ortak olalım; beraber yiyip içelim, sıkıntıdan kurtul’ dedi. Yaşlı zat şöyle cevap verdi: ‘Ey Süleyman! Allah (c.c.) sana mal-mülk vermiş, bana ise çalışma ve fedakârlık nasip etmiş; senin hükümdarlığın senin olsun, benim odunlarım da bana kalsın.’ Hz. Süleyman (a.s.) bunun üzerine : ‘Ey Pir-i fani! Benimle tahtı paylaşmıyorsun; hiç olmazsa sana her gün birer akça maaş bağlayayım; ayrıca sana ve çocuklarına yeni elbiseler vereyim’’ demiş. Yaşlı zat şöyle cevap vermiş: ‘Ey Süleyman! Benim elim ayağım tutuyor, çalışıp nafakamızı sağlayabiliyorum; sen fazla paranı ve elbiselerini ihtiyaç sahiplerine ver!’ Sonunda Hz. Süleyman (a.s.): Burada birlikte olmayı geri çevirdin, fakat ahirette yoldaş olacağız.’ diyerek  yaşlı zattan ayrıldı.

         Şair ne güzel söylüyor.

Çalış, lokmayı kıymetlendir önce,

Ondan sonra hiç korkma ye, doyunca!

 

     Merhum istiklal şairi Mehmed Akif, Safahatında, mısralarıyla doğru çalışmayı ne güzel teşvik etmiştir:

Sen usandırma ili, il de usandırmaz seni!

Hilekârlık eyleme, kimse dolandırmaz seni!

Dest-i a’dadan soğuksu içme, kandırmaz seni!

Korkma düşmandan ki, ateş olsa yandırmaz seni!

 

     Bu dünyada herkes ektiğini biçer. Burası çalışma yeridir. Yaşamak için çalışmak lazımdır. İlim çalışmakla elde edilir, sağlık için, vatanın yükselmesi için çalışmak gereklidir. En büyük işler çalışmakla başlamıştır. Büyük kişiler çalışarak yükselmişler ve adlarını tarihe geçirmişlerdir. En büyük servet çalışmaktır.

 

      Vaktiyle bir ihtiyarın üç çocuğu varmış. Ömrünün sonlarına eren bu ihtiyar, çocuklarını başına toplayarak şöyle öğüt vermiş: ‘Oğullarım! Görüyorsunuz ki ben ölüme hazırlanıyorum. Son olarak size bir sözüm var. Ben sağlığımda artırabildiğim paraları bir küpün içine doldurup bahçenin bir köşesine gömmüştüm. Fakat onu hangi tarafa gömdüğümü şimdi hatırlamıyorum. Ben öldükten sonra, siz o parayı arayıp bulursunuz.

 

     Üç kardeş babalarını toprağa gömdükten sonra, toprağın içindeki altın küpünü bulmak amacıyla, o geniş bahçeyi karış karış kazdılar, toprağı adeta elekten geçirir gibi aktardılar. Fakat altın küpünü bir türlü bulamadılar ve ümitlerini kestiler. İçlerinden biri dedi ki: Bu toprağa bu kadar emek vermişken, her tarafa bir ekin ekelim, hiç olmazsa ondan fayda görürüz.

 

      Bu sözü de münasip gördüler, diğer kardeşler ve güzel bir tohum bulup, bahçenin her tarafına ektiler. Allah (c.c.) öyle bir buğday verdi ki, ambarlar dolup taştı. Ellerine pek çok para geçti. Üç kardeş anladılar ki, babalarının

söylediği altın dolu küp, toprağı kazmak yoluyla çalışıp iş yapmakta imiş.

 

      Hatem-i Tai’nin cömertliği ve iyilik severliğini kendi zamanında bilmeyen yoktu. Bir gün bu zata sormuşlar: ‘Ey Hatem! Yeryüzünde senden daha cömert, iyilik sever, fakir fukaranın (yoksulların) ihtiyaçlarını gideren birisini gördün veya işitin mi?’ demişler. Hatem Tai şöyle cevap vermiş: ‘Bir gün kırk deve kestirmiştim. Bütün kabile reislerini ve tüm halkı davet etmiş, kendim de etrafa dolaşmaya çıkmıştım ki, çevrede kim var, kim yok. Baktım ki, karşıdan çalı dikenlerini arkasına yüklenmiş bir ihtiyar geliyor; yaklaştım, ‘Ey ihtiyar! Duymadın mı? Hatem-i Tai’nin verdiği büyük ziyafeti? Develer kesmiş, helvalar, pilavlar pişirmiş, bütün halk Hatemi’nin sofrasına toplanmış, sen niçin gitmedin?’ dedim. Oduncu ihtiyar: ‘Kendi arkamda taşıdığım bu çalı çırpı dikenlerini satın alarak yediğim, Hatemi’nin verdiği ziyafetten daha sevimlidir.’ dedi. İşte bu ihtiyarı Hatem’den daha cömert ve daha şerefli buldum; o ihtiyarın değerini üstün gördüm’ demiştir.

 

       Rasûlullah (s.a.v.): “Hakikat Allah (c.c.) mü’min sanatkar kulunu sever. Veren el sahibi olabilmek isteyen kimsenin, sanat sahibi olması veya bir iş tutması gerekir.’’ Buyurmuşlardır.

 

     Bazı düşünürler şöyle derler: Yalnız kalmaktan sakının! Yalnızlık akılları ifsat eder, hürriyetinizi kısaltır, serbestliğinizi bağlar. Menfaatsiz gününüz geçmesin. Sanatsız malınız gitmesin; çünkü ömür menfaatsiz geçirilmeyecek kadar kısadır; mal, yersiz ve ölçüsüz harcanmayacak kadar azdır. Akıl sahibinin hakkı, ömrünü ve malını hesaplı harcamaktır. Boş zaman (çalışmamak), insanı sapıtır veya pişmanlık getirir. Eğer çalışmak yorgunluk ise, boş vakit geçirmek fesattır.

 

     Hz. Ömer (r.a.) şöyle buyurur: ‘Rahatlık (çalışmamak), erkek için gaflet, kadınlar için şişmanlık vesilesidir. Ey fakirler! Başınızı kaldırınız. Ticaret yapınız. Zira çalışıp kazanmak ve ticaret yolu herkese açıktır. Tembel tembel durarak, başkalarına yük olmayınız!’

 

     İnsan çalışırsa gönlünde ve evinde huzur olur, aile efradı darlık çekmez. Bir kimse çalışmayı terk edecek olursa; Allah (c.c.)  da onlara çalışmalarından dolayı yardım etmiş, başarıya kavuşturmuştur.

 

      Öğünmek için, kibirlenmek için, ihtiyaçtan fazla kazanmak haramdır. Görülüyor ki, ehlinin ve iyalinin nafakalarını temin etmek ve borçlarını ödemek için çalışıp helal kazanmak, nafile ibadet yapmaktan kat kat daha fazla sevaptır.

 

      Zaruret olmadan bir şey istemek haram olduğu gibi, ücretsiz olarak başkasına iş gördürmek de haramdır.

 

      Kadının ev işleri yapması, zevcesine teberrü ve ihsandır, çok sevaptır. Erkek de, zevcesine nafakadan fazla ihsanlar da bulunmalıdır. Allah Teâlâ ihsan edenleri çok sever. Rasûlulllah (s.a.v.) Efendimizin zamanından bu güne kadar, müslüman kadınları ve erkekleri, zevc ve zevcelerine bu ihsanı yapmışlardır. Ezelden ayrılmış olan rızk değişmez; aynı rızk helalden isteyene helal yoldan gelir, haram işleyerek isteyene de haram yoldan gelir. Haram yoldan kazanan, hem büyük günahlar işlemiş olur, hem de kazandıklarının hayrını görmez. Kazandıkları, hekime, hakime, düşmanlara gider ve günah işlemekte kullanılır; insanı felakete sürükler.

 

    Dünya ile ahiret zıddır. Ahireti kazanmak Şeraite uymakla olur. Şeraite uymakla nefse uymak bir arada olmaz. Bir insan ya nefsine uyarak çalışıp, haramdan kazanır veya hiç çalışmayıp başkalarının sırtından geçinir. Her ikisinde de dünyayı kazanmış olur ama, felakete sürüklenir. Halbuki Şeraite (Allah’ın kanununa) uyarak helalden kazanıp, mal, mülk ve mevki sahibi olan, ahireti de ele geçirmiş olur, saadete kavuşur. Ahireti kazanmak demek, sadece mal, mülk, mevki kazanmak için çalışmak olmayıp, Şeraite uygun olarak çalışıp, bunları helalden kazanmak, haramları ve mekruhları terk etmek demektir.

 

     Çalışan Müslüman hem kendine, hem ailesine, hem milletine, hem yurduna karşı hayırlı, faydalı bir insan olur. Bu da iyi çalışmakla olacaktır.

 

      Fertlerin ve milletlerin hayatında başarının sırrı çok çalışmaktır. Çalışmak, sadece başarının değil, aynı zamanda sağlığın sırlarını da içinde bulundurur. Çalışan insan hem kendisi, hem ailesi, hem de millet ve insanlığı için hizmet eder. Dinç ve sağlıklı kalmanın yolunu da bulmuş olur. Hayatında çalışmayı bir disiplin haline getirmiş insanlar için çalışmak sıkıntı değil, bir zevktir, eğlencedir. Çalışan insan bahtiyardır. Onun için mutluluk sebebidir. Besmele-i Şerife ile başlanarak, Allah (c.c.) ‘nin hoşnutluğu istenerek, severek ve zevkle yapılan meşru bir iş, aynı zamanda bir ibadettir. Allah (c.c.)’nin emrettiği günlük ibadetlerini yapan, ibadetlerinden arta kalan çok geniş zamanını, faydalı birer çalışma ile değerlendiren kimse, ne iyi insandır. Sabah namazını kıldıktan sonra kahvaltısını yapıp, tarlasına çift sürmeye giden çiftçi, fabrikasına veya atölyesine giden işçi, dükkânı açan tüccar, dairesine giden memur, kışlasına giden asker, Besmele-i Şerife ile başlıyor, Allah’tan (c.c.) rızkını istiyor ve durmadan, yorulmadan, usanmadan çalışıyor ve kendine düşen görevi tam bir disiplin ve ciddiyet içinde, dürüstlükle yapıyorsa, bilsin ki, onun her anı, her saniyesi, her dakikası ve her saati, bir nevi ibadetle geçiyor demektir. İslâm dini, insanların dünyada ve ahirette saadete ermeleri için, en mükemmel kaideler vazetmiştir. Bu kaidelerin iyi kullanıldığı asırlarda İslâm camiası, asude yaşamıştır. Bu gün İslâm alemi fakr-u zaruret içindeyse, bu kabahat İslâm kaidelerinde değil, onu tatbik mevkiinde olup da iyi tatbik edemeyenlerdedir. Tanzimat devrinin seçkin yazar ve şairlerinden Ziya Paşa; çok gezmiş, batıyı görmüş ve bir gazelinde şöyle diyor:

Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşaneler gördüm,

Dolaştım mülk-ü İslâmı, bütün viraneler gördüm.

 

     Biz Müslümanlar çok ve sistemli çalışmağa mecburuz. Çok iş, az söz vecizesine uymalıyız. Dünyada ancak çalışanlar kazanır, tembeller ise utanır. Bir milletin hakiki efendileri çalışanlardır.

Meşhur şairimiz Merhum Mehmet Akif ne güzel söylüyor:

Her kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası;

Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası.

 

      Dinimiz, herkese meslek sahibi olmasını ve mesleğinde ilerlemesini tavsiye eder. Dinimiz çalışmağa çok önem vermiştir. Tembellik, fakirlik, insanı Allah  (c.c.) korusun, dinden imandan çıkarmağa sebep olur. İbadet yetmiş kapıdır. En üstün kısım, helal rızık kazanmaya çalışmaktır. Her insanın imkânları farklı, kabiliyetleri ayrı ayrıdır. Birisinin yaptığını, bir başkası yapamayabilir. Bunun için insana düşen vazife, elinden geleni, imkanlar dahilinde yapmaktır. Hakikaten çok çalışan (dürüst) insanlar, neş’eli kişilerdir. Atalarımız : İş insanın aynasıdır.’, ‘İşleyen demir ışıldar.’ demişlerdir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Sizden birinin hamallık yapması (çalışarak kazanması), insanlardan herhangi bir şey istemekten daha hayırlıdır. En iyi kazanç, helal ticaret ve el emeğidir. Helal rızık kazanmak için yorulup da yatanlar, günahı af ve mağfiret oluğu halde uykuya varırlar.’’ Yine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir harp dönüşünde kendilerini karşılamağa gelen bir sahabenin elini tuttu. Çalışmaktan elleri nasırlanan sahabeyi göstererek: “İşte cehennemde yanmayacak bu mübarek eldir’’ buyurdular.

 

     Bıçak, hırsız tarafından çalınan bir koyunu kesmekte kullanılırsa, kabahat aleti olurken, kurbanımız kesmekle ibadet aleti olmaktadır. Yapılan iş ve vasıta, aynı olduğu halde, birinde kabahat, diğerinde ibadet oluşu, taşıdığımız niyete ve aleti kullandığımız işin iyi veya kötü olmasına bağlıdır.

 

     Servet de bir alet ve vasıtadır. Hangi işe sarfedilirse ona göre hüküm kazanır. Evlenmeye gücü yetmeyen kimseye maddeten destek olunur, para ile yardım edilirse servet, ibadet olur; zina yapmak isteyen ve para bulamayan kimseye yardımda bulunursa, suç ve şerrin vasıtası (aleti) olur.

 

      Bir Müslüman, dünya ile alakalı çalışmayı hükme bağlamadan önce, şu hususları dikkatten uzak tutmamalıdır:

Kazancını hangi yoldan elde edeceğini,

Servetini nereye harcamakta bulunduğunu,

Parayı kazanırken veya harcarken maksat ve niyetinin ne istikamette olduğunu,

Dünya ahiretin tarlasıdır; insan ne ekerse onu biçecek; yaptığının karşılığını mutlaka görecektir.

Çalışan bir mü’minin, hırsızlıktan, haramdan kaçınma; iyilik işleme, kimsesizlere, yoksullara yardım etme; Allah’ın (c.c.) emirlerini yerine getirme gibi güzel özelliklere sahip olduğunu düşünecek olursak, bunun cemiyet üzerine etkileri şüphesiz ki çok olumlu olacaktır.

Ne mutlu ibadetlerini yerine getiren mü’minlere!

Ne mutlu böyle mü’minlere sahip olan cemiyetlere!

 

     Hayatta bütün Müslümanların iki mühim vazifesi vardır. Biri dünyevi, diğeri uhrevidir. Müslüman ebedi yaşayacakmış, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya; yarın ölecekmiş gibi de ahiret için çalışmalıdır. İnsan, dünyaya çalışmak için gelmiştir. Emek olmadan, yemek olmaz. İnsan çalıştığının karşılığını hem dünyada, hem ahirette görecektir. Çalışanın, kazananın, emek ve gayret sarfedenin Allah’ın (c.c.) sevgilisi olduğu İslâm’ın bildirdiği bir rütbedir. Öyleyse herkes çalışmalı, başkasına yük olmamalı, Allah (c.c.) emri çalışmaktır. Bütün alimler, salihler, çalışmış; bizlere örnek olmuşlardır. Öyleyse bizlere düşen de çalışmak, hem de iyi ve doğru çalışmaktır. Her şey çalışmakla öğrenilir. Zenginlik çalışmakla elde edilir. En büyük işler çalışmak suretiyle  meydana gelmiştir. İslâm, sırf iyilik ve iyiliğin ta kendisidir. Mensuplarını güzele, hayra, iyiliğe ve yararlı olan işleri yapmaya çağırır. Tembellik, atalet, meskenet, zillet, aşağılık duygusu, cehalet, umursamazlık ve ehemmiyetsiz maddi bir menfaat uğrunda yüzsuyu dökerek dilenmek gibi duygu ve düşüncelerden de men eder. Bu nedenle Müslüman, daima hayırlı, faziletli, yararlı ve en doğru yolu seçip takip etmek durumundadır.

 

      İslâmiyetin emrettiği çalışma, mutlak bir didinme ve ne şekilde olursa olsun kazanç temin etme fikrine dayandırılmamıştır. Elde edilecek karın helal olması ve ticaret ahlâkının gerektirdiği bir dürüstlük içinde hareket edilmesi icab etmektedir.

Çalışalım dostlar gelin durmadan,

Ecel gelip son uykuya dalmadan,

Azrail gelip ruhumuzu almadan,

Hayatın kadrini bilin MÜ’MİNLER!

 

Mahsul ele geçmez ekmeden;

Hiç kazanç olur mu emek çekmeden,

İhtiyarlık gelip belinizi bükmeden,

Gençliğin kadrini bilin MÜ’MİNLER!

 

Bitsin işlerimiz güneş açmadan,

Devam gerek yolumuzda şaşmadan,

Hasta olup yataklara düşmeden,

Sıhhatin kadrini bilin MÜ’MİNLER?

 

Vazgeçelim tembel-tembel yatmadan,

Çalışalım, rızka haram katmadan,

Meşguliyet gelip bize çatmadan,

Boş vaktin kadrini bilin! MÜ’MİNLER!

 

      Özetle, bugünkü kazancın, maddi ve manevi, düne oranla artmış olmalıdır. Allah (c.c.) yanındaki manevi durumun, dünkünden bugün bir derece daha ileri ve fazla olmalıdır ki, kazançlı olsun. Dün 10 lira kazancın varsa, bugün en azından 11 lira olmalıdır. Dün ile bugünün eşit ve müsavi ise, zarardasın demektir. Bu kadar çalışmaya önem veren bir dinin sahipleri olan bizler, çalışmazsak nasıl Peygamberimizden (s.a.v.)  şefaat bekleriz.