İSLÂM BİRLİĞİ İÇİN ÇALIŞMAK

Müslümanların yeryüzünde huzur ve güven için yaşamalarını ve dünyada hakkı hâkim kılacak, adalet ve barışı sağlayacak İslâm Birliği’nin gerçekleşmesi ve kıyamete kadar devam etmesi için çalışmak ve bunu siyasetin ve vazgeçilmez esasları arasında kabul etmek, erdemli siyasetçinin özelliklerindendir.

 

Dünya hayatında her insana düşen bir görevler vardır. Hiçbir şeyin bir kararda kalmadığı, servetlerin dağılıp, tükenip imarlı ve güzel şehirlerin harabeye döndüğü, medeniyetlerin yok olduğu ve insanlara âhirette, ancak buradan gönderdiklerinin fayda vereceği şu dünyada herkes, kendi durumuna göre mutlaka bir şey yapmalı ve öte dünyaya gitmeden ömrünü iyi bir şekilde değerlendirerek bir şeyler göndermelidir. Şu kesin olarak bilinmelidir ki, ölümle herkesin amel defteri kapanacak ve herkes, yaptığıyla kalacak, ancak, dinine, milletine, ırzına namu­su­na ve diğer korunması gereken değerlere zarar gelmesin diye kendini Allah yoluna adayanların ve her şeyleriyle yüce İslâm davasına hizmet edenlerin defterleri asla kapanmayacaktır. Bir hadis-i şerif bunu ne güzel izah eder: “İnsanın ölmesiyle her ameli kesilir; ancak Allah yolunda mücahede edenin ameli, bundan müstesnadır: Onun ameli, kıyamet gününe kadar nemalanır ve kabir fitnesinden de emin kılınır.”[1]

 

Çünkü o Müslüman yaptıklarıyla bir çığır açmıştır ve dolayısıyla, kendi­sin­den sonra o yolu takip edenlerin hasenatının bir misli ona da yazılacaktır. Hem o, kabrin fitnesinden ve dehşe­tin­den de emin ola­caktır; zira o, gerçekten ölmemiştir ki kabir azabına muhatap olsun. Sadece vücudu yani beden itibariyle yer değiştirmiş; geride bıraktıklarıyla da hâlâ insanların gönlünde yaşamaktadır.

 

Hz. Muhammed (s.a.v.)’e, Raşid Halifeler’e ve sahabeye ‘ölü’ diyenin kendisi ölmüştür. Çünkü onlar öyle bir çığır açmışlardır ki, uğra­dı­ğı­mız yolun her başlangıcında onlara ait bir kısım eserler görürüz ve her görüşte yüzümüzü yerlere sürer ve ‘Payidâr olun, bu yolu açtınız ve bize rahat ve emniyet içinde yürüme imkânı hazırladınız’ deriz. Bu sebeple, onların fazilet, meziyet ve hasenat­la­rı üst üste yığılmakta ve ta Arş’a kadar yükselmektedir. Zaten onlar kabir azabından da emindirler. Çünkü kabir azabı ölü ruhlar, ceset insanları ve dini hayata hayat yapmayanlar; yani hakikat-ı Ahmediye’ye gönül vermeyenler ve Kur’an’ı rehber edinmeyenler içindir. Bu itibarla da, hayatını bunlarla donatmış, mamur etmiş bir insanın kabir azabı çekmesi düşünülemez.

 

Bir kısım müminler, cihad görevlerini doğrudan doğruya ve fiilen yerine getirir ve neticede, yukarıdan beri arz ettiğimiz fazilet­le­re ererler. Bir kısım kimseler de vardır ki, onların cihada fiilen sahip çıkması söz konusu değildir. Fakat onlar da, yaptıklarının karşılığını Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu olarak diğerleri ölçüsünde alırlar. Yani, imana ve Kur’an’a hizmet yönünde, hatta sırtına bir kerpiç alıp taşı­yan insanın dahi gayreti heba olmaz. Meşveret planında meseleye sahip çıkandan, icraya, ondan bu hizmette ayakçılık yapana kadar her­kes niyetine ve gayretine göre mutlaka sevabını, mükâfatını alır. Kalemiyle cihada iştirak eden yazardan, onun yazdığı şeyleri basıp dağıtan kimselere kadar herkes dolu dolu hissesini alır. Öyle ise herkes, bu ortak sofraya Rab­binin kendisine bahşettiği imkânlarla iştirak etmeli ve umum neticeye ortak olmaya çalışmalıdır.[2]

 

Bir hadis-i şerifte Ebu Hureyre (r.a.) şu hususu naklediyor: ‘Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Mi’rac’a yükselirken, (Allah’a kulluğuyla merdiven merdiven semalara doğru tırmanırken, çeşitli manzaraları müşahede etmiş, çeşitli olaylara tanık olmuştu. Bu arada şunu da görmüşlerdi: Bir günde toprağa tohum eken ve aynı günde ürün alan bir kavim getiriliyor. Yalnız ürün alınır alınmaz, tohumlar tekrar ürün veriyor. Bu ilginç manzara karşısında Allah Rasûlü, Cebrail (a.s.)’e: “Ya Cibril! Bunlar kim?” diye soruyor. Cebrail (a.s.):

“Bunlar, kendilerini Allah yoluna adamış mücahidlerdir. Allah onlar için haseneyi (iyilikleri) yediyüz kere katlar. Ve ne infak etseler eksilmez; Allah, onun yerine başkasını ihsan eder. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”[3] Cevabını vermiştir.

 

Bunun içindir ki mümin, Allah yolunda bütün malını, hayatını, zevkini, sefasını, rahatını ve gençliğini feda ederken, bunların heder olmadığı, boşa gitmediği kanaat ve düşüncesini taşımalı ve öbür âleme giderken, hiçbir şeyin zayi olmadığı bir âleme intikal ettiği şuuruyla gitmelidir. Evet, her şeyi koruyan, muhafaza eden Allah Teâlâ, onun feda ettiklerini de koruyacaktır. O kadar koruyacaktır ki, eğer cen­net­te secde söz konusu ise, mümin, orada, Allah (c.c.)’ın lütuf ve ihsan­ları karşısında secdeye kapanacak ve başını kaldırmak iste­me­ye­cek. Öyle zannediyorum ki, eğer böyle bir şey varsa, bu sec­de­den alınan zevk, diğer cennet nimetlerinden alınan zevkten geri kalmayacaktır.

 

Bu konu ile alâkalı olarak Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in bir hadisini de şu şekilde görüyoruz:

“Gaziyi techiz eden, aynen gazaya gitmiş gibidir. Gazinin ehline bakıp gözeten de gaza yapmış gibidir.”[4] Bir insanın kendisi bizzat ve fiilen cihada katılamıyor, fakat mücahedede bulu­na­nlara omuz veriyor. Kurduğu kurumlarıyla mücahidleri kucak­lı­yor ve onları koruyup kolluyorsa, o da fiilen mücahedede bulun­muş gibidir. Çünkü bu durumda da malıyla cihad etmektedir. Bedir’de kılıç çalanlarla onlara destek verenler; Uhud’da savaşanlarla, onları techiz edenler, Tebük’e çıkanlarla, çıka­mayıp servetiyle o yola koyulanlar; Allah Teâlâ’nın huzuruna beraber yürüyecek ve beraber haşr-u neşr olacaklardır. Zira Rasûl-i Ekrem’in “Seferber olunuz!” emrine onlar da icabet etmiş ve her ne kadar birtakım geçerli mazeretler sebebiyle fiilen harbe iştirak edememişlerse de, malî ve moral destekleriyle harp için seferber olmaktan geri kalmamışlardır.

 

Evet, fiilen Tebük’e giden mücahidler, ahirette bir kısım kadınları, yaşlıları ve çocukları da yanlarında göreceklerdir. Çocuklar, bıçak veya kamalarını, harpte kullanılsın diye getirip, Rasûl-i Ekrem’in önüne atmış, gelinler kulağından küpeyi çıkarıp Allah Rasûlü’ne vermiş, bir başkası kolundan bileziğini sıyırıp cömertlik yarışına iştirak etmiş, yaşlılar, koltuk değnekleriyle sürünerek gelmiş, ellerindeki avuçlarındaki şeyleri oraya dökmüş ve ‘Benim de bir katkım bulunsun’ demişler.[5] Evet, işte bütün bunlar, bizzat sefere iştirak etmiş gibi muamele göreceklerdir. Bunu da Rasûl-i Ekrem, bir başka hadislerinde şöyle ifade buyuruyorlar:

“Medine’de kalan öyle insanlar vardır ki, geçtiğiniz her vadi, yürüdüğünüz her mesafede sizinle beraberdirler. Hastalık onları Medine’de hapsetmiştir.” Bir diğer rivayette ise, “Mükâfatta sizin ortağınızdırlar.”[6]

 

Demek ki, acizlik, fakirlik, yaşlılık, çocuk ve kadın olma gibi mazeretler, onların ayaklarına bağ olup, kendilerini fiilen sefere çıkmaktan alıkoymuşsa; cihad sevabından yoksun kalma­ya­­cakları gibi, mükâfatından da yoksun kalmayacaklar ve Cenâb-ı Hakk, niyetleri sebebiyle onları aynen gazaya çıkanlar gibi kabul buyuracaktır. Allah Rasûlü’nün müjde yüklü bu ifadesinden anladığımız budur.

Bu inancımızı da hakkımızda bir dua ve niyaz kabul ediyoruz. Özellikle günümüzde, cihadın bütünüyle terk edilmesi söz konusu olduğundan, kısmen veya tamamen bu işe iştirak edenlerin mutlaka cihad sevabından hisselerini alıp pay alacaklarına inancımız vardır.

 

İslâm Birliğinin gerçekleşmesi, dünya Müslümanlarının zulüm ve haksızlıklardan kurtulması, özgürlüklerine kavuşması için malı ve canıyla çalışmak elbette ki yukarıda açıklaması yapılan cihad ibadetinin ta kendisidir. Bu uğurda yapılan çalışmalar ve hizmetler hangi tür ve şekilde olursa olsun cihad ibadeti kapsamındadır.

 

Rahatça ibadetlerimizi yapıyoruz, huşu içinde namazımızı kılıyoruz, haccımıza gidiyoruz, orucumuzu tutuyoruz’ diyen Müslümanlar; başlarını camiden çıkarıp dışarıya, İslâm dünyasına ibretle bakmalıdır! Neler görecektir? Dünyada akan kanları, aç ve susuz insanları, harap olmuş evleri ve içlerindeki yoksul insanları görmeyecek midir? Ya açlıktan ölen binlerce masum çocuklar? Peki tecavüze uğrayan kadın ve çocukların çığlıklarını işitiyor muyuz? Yaşadığımız dönem, gaflete kapılma, sessiz kalma, umursamaz davranma, yalnızca kendini ve ailesini düşünme, dünya hayatındaki çıkarların ardına düşme, nefsani tartışma ve çekişmelerle vakit öldürme dönemi değildir. Milyonlarca Müslüman böylesine büyük zulüm yaşarken ve çözüm İslâm Birliği iken bu yolda çaba göstermemek sorumsuzluk olur. Her Müslüman, Allah’ın emri gereği, İslâm’ın tüm dünyada yaygınlaşması için gayret etmelidir. Dünyada bu sorumluluğu üzerine almaktan kaçınan insan ahirette bu büyük sorumsuzluğunun altında ezilebilir. Her Müslüman dünyanın her yanındaki akan her damla kandan, zulme uğrayan, yaralanan ya da yaşamını yitiren her insandan sorumlu. Zulme son verecek büyük güç olan İslâm Birliği için hiçbir çaba içerisine girmeyen kişi, bunun ağır vebaline de hazır olmalıdır.

 

İnsanların birçoğu Pakistan’da, Irak'ta, Kırım'da, Keşmir’de, Patani’de, Burma’da, Doğu Türkistan’da yaşananlar hakkında bilgili değil. Hatta bu bölgelerin yerini bilmek bir yana, adını bile duymamış insanlarımız var. Oysa bu bölgelerde yıllardır şiddet gören, zulme uğrayan, baskı altında, aç ve yoksul yaşayan insanlar bizim din kardeşlerimizdir. 

 

Diğer taraftan yaşanan zulüm ve haksızlıkların bilincinde olduğu halde yardım edebileceğini düşünmeyen bir çoğunluk da var. Bu kişiler zulmün engellenmesi için kendisinin de çabası olabileceğini aklına bile getirmez. Dahası elinden bir şey gelmeyeceğine kendisini o denli inandırmıştır ki, kendi rutin yaşamını vicdanında hiçbir kıpırdanma olmadan rahatça sürdürür. Samimi iman sahibinin ise zulme dair okuduğu haberler ve gördüğü görüntüler karşısında vicdanı sürekli diridir. Çünkü her duyduğundan ve her gördüğünden sorumlu olduğunun bilincindedir.

 

Peygamberimiz (s.a.v.) buyurur:  Mümin kardeşinin derdiyle dertlenmeyen, bizden değildir.”[7] Yüce Allah buyurur: “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” [8]

 
Umursamaz, kayıtsız, kendini kurtarma peşindeki bir yaklaşım Müslüman’a yakışır mı? Bir Müslüman, dünyanın herhangi bir köşesindeki bir Müslüman’a gelen zarardan nasıl olur da sorumluluk hissetmez? Kesinlikle herkesin, acı içindeki masum insanlar, tecavüze uğrayan kadın ve çocuklar için yapabileceği bir şeyler vardır. Yeryüzündeki zulmün temelinde dinsizlik vardır ve inanan her insan dinsizliğe karşı fikir mücadelesi yapabilir. Allah'ın varlığını, gücünü anlatmak, Allah’ı tanıtmak, Allah korkusunu ve sevgisini öğretmek, ahireti, cenneti, cehennemi ve dünyadaki sorumluluklarımızı hatırlatmak, bu acımasızlıkların son bulması için atılacak ilk adımdır. Bu adımı her samimi Müslüman atabilir, atmalı. Kur'an’ın güzellikleri olan adalet, merhamet, sevgi, özveri, bağışlayıcılık gibi üstün ahlak özellikleri yeryüzüne hâkim olursa, adalet, barış, huzur ve güven dolu mutlu bir dünya oluşur. Dinsizliğin insanlığı yıpratıcı, yıkıcı etkilerini ortadan kaldırarak, din ahlakının güzelliklerini yerleştirmek, tüm insanlara yapılan yardımdır. İslâm’ın anlamı olan barış, hoşgörü, sevgi ve şefkati esas alan bu çaba, baskı ve eziyet yapan kişilerin de vicdanlarını harekete geçirebilir. Ve böylece yeryüzünde zulüm engellenebilir.

İslâm Birliği bugün kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Güçlü bir beraberlik ve dayanışma zorunludur. İslâm âleminin ortak sesi olacak, dünyaya hoşgörüyü öğretecek, Müslüman olan ve olmayan her insana refah ve huzur getirecek olan İslâm uygarlığının yeniden inşası için çaba göstermek, Allah’ın ipine hep birlikte sarılmak erdemli siyasetçinin en önemli sorumluluklarından olmalıdır. Yapabileceğim hiçbir şey yok, elimden bir şey gelmiyor, diyen Müslüman, İslâm Birliğinin kurulması için Allah'a samimi ve yoğun bir şekilde dua edebilir. ‘Hayır, bunu da yapamam, diyen kişiye şunu hatırlatmalı; zulme rıza gösteren, göz yuman, karşı çıkmayan, zulme ortak demektir. Yüce Allah vaadinden dönmez. O, İslâm ahlâkını yeryüzüne hâkim kılacak ve nurunu tamamlayacak. Ancak bu süreç bizlerin imtihanıdır. Kim cehd ederse (çaba gösterirse), yalnızca kendi nefsi için cehd etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnidir.”[9]

 

Ne mutlu İslâm Birliği için gayret eden erdemli siyasetçilere!

 

 



[1] Tirmizî, Fedâilü’l-Cihad, 2; Ebû Davud, Cihad, 16; Müsned, 6/20.

[2]  İ’lây-ı Kelimetullah veya Cihad, F. Gülen.

[3]  İbn Kesîr, Tefsîr, 5/31.

[4]  Buharî, Cihad, 38; Tirmizî, Fedailü’l-Cihad, 6; Nesâî, Cihad, 44.

[5]  Hayâtü’s-Sahâbe, Yusuf Kandehlevî, 1/421-422.

[6]  Buhârî, Mağazî, 81; Müslim, İmâret, 159.

[7]  Hakim, IV, 352, Haysemî, I, 87.

[8]  Nisa sûresi, 4/75.

[9]  Ankebut sûresi, 29/6.