İSLÂM BİRLİĞİ İÇİN ÇALIŞMAK
Müslümanların yeryüzünde huzur ve güven için
yaşamalarını ve dünyada hakkı hâkim kılacak, adalet ve barışı sağlayacak İslâm
Birliği’nin gerçekleşmesi ve kıyamete kadar devam etmesi için çalışmak ve bunu
siyasetin ve vazgeçilmez esasları arasında kabul etmek, erdemli siyasetçinin
özelliklerindendir.
Dünya hayatında her insana düşen bir görevler vardır. Hiçbir şeyin
bir kararda kalmadığı, servetlerin dağılıp, tükenip imarlı ve güzel şehirlerin
harabeye döndüğü, medeniyetlerin yok olduğu ve insanlara âhirette, ancak
buradan gönderdiklerinin fayda vereceği şu dünyada herkes, kendi durumuna göre
mutlaka bir şey yapmalı ve öte dünyaya gitmeden ömrünü iyi bir şekilde
değerlendirerek bir şeyler göndermelidir. Şu kesin olarak bilinmelidir ki,
ölümle herkesin amel defteri kapanacak ve herkes, yaptığıyla kalacak, ancak,
dinine, milletine, ırzına namusuna ve diğer korunması gereken değerlere zarar
gelmesin diye kendini Allah yoluna adayanların ve her şeyleriyle yüce İslâm
davasına hizmet edenlerin defterleri asla kapanmayacaktır. Bir hadis-i şerif
bunu ne güzel izah eder: “İnsanın
ölmesiyle her ameli kesilir; ancak Allah yolunda mücahede edenin ameli, bundan
müstesnadır: Onun ameli, kıyamet gününe kadar nemalanır ve kabir fitnesinden de
emin kılınır.”
Çünkü o Müslüman yaptıklarıyla bir çığır açmıştır ve dolayısıyla,
kendisinden sonra o yolu takip edenlerin hasenatının bir misli ona da
yazılacaktır. Hem o, kabrin fitnesinden ve dehşetinden de emin olacaktır;
zira o, gerçekten ölmemiştir ki kabir azabına muhatap olsun. Sadece vücudu yani
beden itibariyle yer değiştirmiş; geride bıraktıklarıyla da hâlâ insanların
gönlünde yaşamaktadır.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’e, Raşid Halifeler’e ve sahabeye ‘ölü’
diyenin kendisi ölmüştür. Çünkü onlar öyle bir çığır açmışlardır ki, uğradığımız
yolun her başlangıcında onlara ait bir kısım eserler görürüz ve her görüşte
yüzümüzü yerlere sürer ve ‘Payidâr olun, bu yolu açtınız ve bize rahat ve
emniyet içinde yürüme imkânı hazırladınız’ deriz. Bu sebeple, onların fazilet,
meziyet ve hasenatları üst üste yığılmakta ve ta Arş’a kadar yükselmektedir.
Zaten onlar kabir azabından da emindirler. Çünkü kabir azabı ölü ruhlar, ceset
insanları ve dini hayata hayat yapmayanlar; yani hakikat-ı Ahmediye’ye gönül
vermeyenler ve Kur’an’ı rehber edinmeyenler içindir. Bu itibarla da, hayatını
bunlarla donatmış, mamur etmiş bir insanın kabir azabı çekmesi düşünülemez.
Bir kısım müminler, cihad görevlerini doğrudan doğruya ve fiilen
yerine getirir ve neticede, yukarıdan beri arz ettiğimiz faziletlere ererler.
Bir kısım kimseler de vardır ki, onların cihada fiilen sahip çıkması söz konusu
değildir. Fakat onlar da, yaptıklarının karşılığını Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu
olarak diğerleri ölçüsünde alırlar. Yani, imana ve Kur’an’a hizmet yönünde,
hatta sırtına bir kerpiç alıp taşıyan insanın dahi gayreti heba olmaz.
Meşveret planında meseleye sahip çıkandan, icraya, ondan bu hizmette ayakçılık
yapana kadar herkes niyetine ve gayretine göre mutlaka sevabını, mükâfatını
alır. Kalemiyle cihada iştirak eden yazardan, onun yazdığı şeyleri basıp
dağıtan kimselere kadar herkes dolu dolu hissesini alır. Öyle ise herkes, bu
ortak sofraya Rabbinin kendisine bahşettiği imkânlarla iştirak etmeli ve umum
neticeye ortak olmaya çalışmalıdır.
Bir hadis-i şerifte Ebu Hureyre (r.a.) şu hususu naklediyor:
‘Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Mi’rac’a yükselirken, (Allah’a kulluğuyla merdiven
merdiven semalara doğru tırmanırken, çeşitli manzaraları müşahede etmiş,
çeşitli olaylara tanık olmuştu. Bu arada şunu da görmüşlerdi: Bir günde toprağa
tohum eken ve aynı günde ürün alan bir kavim getiriliyor. Yalnız ürün alınır
alınmaz, tohumlar tekrar ürün veriyor. Bu ilginç manzara karşısında Allah
Rasûlü, Cebrail (a.s.)’e: “Ya Cibril!
Bunlar kim?” diye soruyor. Cebrail (a.s.):
“Bunlar, kendilerini Allah
yoluna adamış mücahidlerdir. Allah onlar için haseneyi (iyilikleri) yediyüz
kere katlar. Ve ne infak etseler eksilmez; Allah, onun yerine başkasını ihsan
eder. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” Cevabını vermiştir.
Bunun içindir ki mümin, Allah yolunda bütün malını, hayatını,
zevkini, sefasını, rahatını ve gençliğini feda ederken, bunların heder
olmadığı, boşa gitmediği kanaat ve düşüncesini taşımalı ve öbür âleme giderken,
hiçbir şeyin zayi olmadığı bir âleme intikal ettiği şuuruyla gitmelidir. Evet,
her şeyi koruyan, muhafaza eden Allah Teâlâ, onun feda ettiklerini de
koruyacaktır. O kadar koruyacaktır ki, eğer cennette secde söz konusu ise,
mümin, orada, Allah (c.c.)’ın lütuf ve ihsanları karşısında secdeye kapanacak
ve başını kaldırmak istemeyecek. Öyle zannediyorum ki, eğer böyle bir şey
varsa, bu secdeden alınan zevk, diğer cennet nimetlerinden alınan zevkten
geri kalmayacaktır.
Bu konu ile alâkalı olarak Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in bir hadisini
de şu şekilde görüyoruz:
“Gaziyi techiz eden, aynen
gazaya gitmiş gibidir. Gazinin ehline bakıp gözeten de gaza yapmış gibidir.” Bir insanın kendisi bizzat ve fiilen
cihada katılamıyor, fakat mücahedede bulunanlara omuz veriyor. Kurduğu
kurumlarıyla mücahidleri kucaklıyor ve onları koruyup kolluyorsa, o da fiilen
mücahedede bulunmuş gibidir. Çünkü bu durumda da malıyla cihad etmektedir. Bedir’de
kılıç çalanlarla onlara destek verenler; Uhud’da savaşanlarla, onları techiz edenler,
Tebük’e çıkanlarla, çıkamayıp servetiyle o yola koyulanlar; Allah Teâlâ’nın
huzuruna beraber yürüyecek ve beraber haşr-u neşr olacaklardır. Zira Rasûl-i
Ekrem’in “Seferber olunuz!” emrine
onlar da icabet etmiş ve her ne kadar birtakım geçerli mazeretler sebebiyle
fiilen harbe iştirak edememişlerse de, malî ve moral destekleriyle harp için
seferber olmaktan geri kalmamışlardır.
Evet, fiilen Tebük’e giden mücahidler, ahirette bir kısım
kadınları, yaşlıları ve çocukları da yanlarında göreceklerdir. Çocuklar, bıçak
veya kamalarını, harpte kullanılsın diye getirip, Rasûl-i Ekrem’in önüne atmış,
gelinler kulağından küpeyi çıkarıp Allah Rasûlü’ne vermiş, bir başkası kolundan
bileziğini sıyırıp cömertlik yarışına iştirak etmiş, yaşlılar, koltuk değnekleriyle
sürünerek gelmiş, ellerindeki avuçlarındaki şeyleri oraya dökmüş ve ‘Benim de
bir katkım bulunsun’ demişler. Evet, işte bütün bunlar,
bizzat sefere iştirak etmiş gibi muamele göreceklerdir. Bunu da Rasûl-i Ekrem,
bir başka hadislerinde şöyle ifade buyuruyorlar:
“Medine’de kalan öyle
insanlar vardır ki, geçtiğiniz her vadi, yürüdüğünüz her mesafede sizinle
beraberdirler. Hastalık onları Medine’de hapsetmiştir.” Bir diğer rivayette ise, “Mükâfatta sizin ortağınızdırlar.”
Demek ki, acizlik, fakirlik, yaşlılık, çocuk ve kadın olma gibi
mazeretler, onların ayaklarına bağ olup, kendilerini fiilen sefere çıkmaktan
alıkoymuşsa; cihad sevabından yoksun kalmayacakları gibi, mükâfatından da
yoksun kalmayacaklar ve Cenâb-ı Hakk, niyetleri sebebiyle onları aynen gazaya
çıkanlar gibi kabul buyuracaktır. Allah Rasûlü’nün müjde yüklü bu ifadesinden
anladığımız budur.
Bu inancımızı da hakkımızda bir dua ve niyaz kabul ediyoruz.
Özellikle günümüzde, cihadın bütünüyle terk edilmesi söz konusu olduğundan,
kısmen veya tamamen bu işe iştirak edenlerin mutlaka cihad sevabından
hisselerini alıp pay alacaklarına inancımız vardır.
İslâm Birliğinin gerçekleşmesi, dünya Müslümanlarının zulüm ve
haksızlıklardan kurtulması, özgürlüklerine kavuşması için malı ve canıyla
çalışmak elbette ki yukarıda açıklaması yapılan cihad ibadetinin ta kendisidir.
Bu uğurda yapılan çalışmalar ve hizmetler hangi tür ve şekilde olursa olsun
cihad ibadeti kapsamındadır.
Rahatça ibadetlerimizi yapıyoruz, huşu içinde namazımızı kılıyoruz,
haccımıza gidiyoruz, orucumuzu tutuyoruz’ diyen Müslümanlar; başlarını camiden çıkarıp dışarıya,
İslâm dünyasına ibretle bakmalıdır! Neler görecektir? Dünyada akan kanları, aç
ve susuz insanları, harap olmuş evleri ve içlerindeki yoksul insanları görmeyecek
midir? Ya açlıktan ölen binlerce masum çocuklar? Peki tecavüze uğrayan kadın ve
çocukların çığlıklarını işitiyor muyuz? Yaşadığımız dönem, gaflete kapılma,
sessiz kalma, umursamaz davranma, yalnızca kendini ve ailesini düşünme, dünya hayatındaki
çıkarların ardına düşme, nefsani tartışma ve çekişmelerle vakit öldürme dönemi
değildir. Milyonlarca Müslüman böylesine büyük zulüm yaşarken ve çözüm İslâm
Birliği iken bu yolda çaba göstermemek sorumsuzluk olur. Her Müslüman, Allah’ın
emri gereği, İslâm’ın tüm dünyada yaygınlaşması için gayret etmelidir. Dünyada
bu sorumluluğu üzerine almaktan kaçınan insan ahirette bu büyük sorumsuzluğunun
altında ezilebilir. Her Müslüman dünyanın her yanındaki akan her damla kandan,
zulme uğrayan, yaralanan ya da yaşamını yitiren her insandan sorumlu. Zulme son
verecek büyük güç olan İslâm Birliği için hiçbir çaba içerisine girmeyen kişi,
bunun ağır vebaline de hazır olmalıdır.
İnsanların
birçoğu Pakistan’da, Irak'ta, Kırım'da, Keşmir’de, Patani’de, Burma’da, Doğu
Türkistan’da yaşananlar hakkında bilgili değil. Hatta bu bölgelerin yerini
bilmek bir yana, adını bile duymamış insanlarımız var. Oysa bu bölgelerde
yıllardır şiddet gören, zulme uğrayan, baskı altında, aç ve yoksul yaşayan
insanlar bizim din kardeşlerimizdir.
Diğer
taraftan yaşanan zulüm ve haksızlıkların bilincinde olduğu halde yardım
edebileceğini düşünmeyen bir çoğunluk da var. Bu kişiler zulmün engellenmesi
için kendisinin de çabası olabileceğini aklına bile getirmez. Dahası elinden
bir şey gelmeyeceğine kendisini o denli inandırmıştır ki, kendi rutin yaşamını
vicdanında hiçbir kıpırdanma olmadan rahatça sürdürür. Samimi iman sahibinin
ise zulme dair okuduğu haberler ve gördüğü görüntüler karşısında vicdanı
sürekli diridir. Çünkü her duyduğundan ve her gördüğünden sorumlu olduğunun
bilincindedir.
Peygamberimiz
(s.a.v.) buyurur: “Mümin kardeşinin derdiyle dertlenmeyen,
bizden değildir.” Yüce Allah buyurur: “Size ne oluyor
ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize
Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’
diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına
savaşmıyorsunuz?”
Umursamaz, kayıtsız, kendini kurtarma peşindeki bir yaklaşım Müslüman’a yakışır
mı? Bir Müslüman, dünyanın herhangi bir köşesindeki bir Müslüman’a gelen
zarardan nasıl olur da sorumluluk hissetmez? Kesinlikle herkesin, acı içindeki
masum insanlar, tecavüze uğrayan kadın ve çocuklar için yapabileceği bir şeyler
vardır. Yeryüzündeki zulmün temelinde dinsizlik vardır ve inanan her insan
dinsizliğe karşı fikir mücadelesi yapabilir. Allah'ın varlığını, gücünü
anlatmak, Allah’ı tanıtmak, Allah korkusunu ve sevgisini öğretmek, ahireti,
cenneti, cehennemi ve dünyadaki sorumluluklarımızı hatırlatmak, bu
acımasızlıkların son bulması için atılacak ilk adımdır. Bu adımı her samimi
Müslüman atabilir, atmalı. Kur'an’ın güzellikleri olan adalet, merhamet, sevgi,
özveri, bağışlayıcılık gibi üstün ahlak özellikleri yeryüzüne hâkim olursa,
adalet, barış, huzur ve güven dolu mutlu bir dünya oluşur. Dinsizliğin
insanlığı yıpratıcı, yıkıcı etkilerini ortadan kaldırarak, din ahlakının
güzelliklerini yerleştirmek, tüm insanlara yapılan yardımdır. İslâm’ın anlamı
olan barış, hoşgörü, sevgi ve şefkati esas alan bu çaba, baskı ve eziyet yapan
kişilerin de vicdanlarını harekete geçirebilir. Ve böylece yeryüzünde zulüm
engellenebilir.
İslâm Birliği bugün kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Güçlü bir beraberlik ve
dayanışma zorunludur. İslâm âleminin ortak sesi olacak, dünyaya hoşgörüyü
öğretecek, Müslüman olan ve olmayan her insana refah ve huzur getirecek olan İslâm
uygarlığının yeniden inşası için çaba göstermek, Allah’ın ipine hep birlikte
sarılmak erdemli siyasetçinin en önemli sorumluluklarından olmalıdır. Yapabileceğim hiçbir şey yok, elimden bir şey
gelmiyor, diyen Müslüman, İslâm Birliğinin kurulması için Allah'a samimi
ve yoğun bir şekilde dua edebilir. ‘Hayır,
bunu da yapamam, diyen kişiye şunu hatırlatmalı; zulme rıza gösteren,
göz yuman, karşı çıkmayan, zulme ortak demektir. Yüce Allah vaadinden dönmez.
O, İslâm ahlâkını yeryüzüne hâkim kılacak ve nurunu tamamlayacak. Ancak bu
süreç bizlerin imtihanıdır. “Kim cehd ederse (çaba
gösterirse), yalnızca kendi nefsi için cehd etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlerden
müstağnidir.”
Ne mutlu İslâm Birliği
için gayret eden erdemli siyasetçilere!
Buhârî, Mağazî, 81; Müslim,
İmâret, 159.