İSLÂM’DA SİYASET

 

Arapça bir kelime olan siyaset; ıstılahta belirli fikir ve ilkelerle devletlerin ve insanların ülke içi ve dışı ile ilgili işlerini yürütmeye, yönetmeye denir. İslâm hukukuna göre bu iş, hem devlet ve hem de ümmet (halk) tarafından yapılır. Devlet ve yöneticiler bu işi yönetici olarak; ümmet de takipçi, denetleyici, muhasebeci ve nasihat edici olarak yürütürler.

Siyasetin bu tanımı genel bir tanımdır. Siyasetin gerçeğini ortaya koyar. Bu tanım ‘siyaset’ kelimesinin lügat manasına da uygun düşmektedir. Nitekim ‘Lisanu’l- Arab’da siyaset kelimesi; insanların işlerinin yönetimini üstlenmek anlamında geçmektedir. ‘Kamusu’l-Muhit’de de; ‘tebaayı siyase ettim’ yani; ‘tebaaya, vatandaşlara emrettim ve nehyettim’ denmektedir. Siyaset kelimesinin lügat ve ıstılahtaki bu anlamı şer’î naslarda da aynı şekilde geçmiştir. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:

“İsrail oğullarını peygamberler siyasa ediyorlardı (yönetiyorlardı). Bir nebi öldüğünde onu bir başka nebi takip ediyordu. Ben’den sonra nebi yoktur. Birçok halifeler olacaktır.”[1] Yani, Rasûlullah (s.a.v.)’den sonra Müslümanları halifeler yönetecektir.

Siyaset konusundaki ayet-i kerime ve hadis-i şeriflere bakıldığında İslâm’da siyasetin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar. İslâm’ın onu nasıl teşvik ettiğini ve bir yükümlülük olarak Müslümanlara yüklediğini görürüz. Zira Müslümanların ihtiyaçlarına önem vermekle, yöneticilerin işleri ile ve yöneticileri muhasebe etmekle kısacası siyasetle ilgili birçok açık ve kesin ‘nas’ vardır. Bu nasların bir kısmını, siyasetin yürütülüş şeklini ortaya koyarak göstermeye çalışacağız.

İslâm’da Siyaset;

1) Yöneticiler tarafından insanların işlerinin tanzimi yani yönetim ile,

2) Tebaa tarafından yönetimi denetleme ve muhasebe ile,

 

a-) Dahilî (iç) siyaset,

b-) Haricî (dış) siyaset olarak iki yönde yürütülür.

 

                                                  A. Dahilî (İç) Siyaset

Dahilî siyasetle Müslümanlardan talep edilen, insanları Allah (c.c.)’ın indirdikleri ile yani Kur’an-ı Kerim hükümleri ile yönetmek ve yönetilmektir. Allah Teâlâ’nın indirdiklerine göre de denetlemek ve muhasebe etmektir. İşte Allah Teâlâ’nın bu talebini ifade eden (kesin delilerden) naslardan birkaçı şunlardır:

1-) Yönetim ile ilgili nasslar (Ayet-i Kerimeler)

“Onların aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet (yönet). Hak’tan sana gelenden sapıp da onların arzularına uyma.”[2]

“Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen, işte onlar kâfirlerdir.”[3]

“Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen, işte onlar zalimlerdir.”[4]

“Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen, işte onlar fasıklardır.”[5]

“İnsanlar arasında hükmettiğinizde (yönettiğinizde) adaletle yönetin.”[6]

“Rabbine yemin olsun ki, aralarında çıkan ihtilaflarda Seni (İslâm’ı) hakem kılmadıkça, sonra Sen’in (İslâm’ın) hükmünden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan ona tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[7]

“Sana indirilene ve Sen’den önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Zira onlar inkâr etmekle emir olundukları halde tağutla yönetilmek istemektedirler. Şeytan ise onları uzak bir sapıklığa saptırmak istiyor.”[8]

Bu ayet-i kerimeye göre Allah (c.c.)’ın indirmediği dolayısıyla insanların kurduğu sistem ve hükümlerle yönetime talip olmak şeytanın güdüm alanına girerek sapıtmak, yönetimi altındakileri saptırmak ve iman iddiasını boşa çıkarmak olmaktadır. İşte asıl kendisinden Allah (c.c.)’a sığınılacak husus budur. Kapitalizm, sosyalizm, faşizm, komünizm gibi çağdaş zalim sistemlerin siyasetinin yürütücüsü olmaktan Allah (c.c.)’a sığınmak gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Yoksa onlar cahiliye (İslâm dışı) yönetim mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre hükümranlığı (yönetim sistemi) Allah’tan daha güzel kim vardır.”[9]

Siyasetin yönetim bölümünde Allah (c.c.) Müslümanlara, insanları Allah’ın indirdiği ile yönetmeyi bu ve benzeri birçok ‘nas’ ile emretmiş iken bu emirleri yerine getirmeden Allah (c.c.)’a kulluk nasıl olur?

2) Muhasebe (Denetleme) hususuna gelince: Hem birey ve hem de bir parti ile muhasebeyi yani yöneticilerini denetlemeyi Allah (c.c.) Müslümanlardan talep etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Sizden iyiliğe çağıran, marufu emredip münkerden alıkoyan bir topluluk bulunsun.”[10]

“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız.”[11]

Peygamber (s.a.v.) ise şöyle buyurmaktadır: “İleride birtakım emirler (yöneticiler) olacaktır. Tanıyacaksınız ve inkâr edeceksiniz. Kim tanırsa beri olur. Kim inkâr ederse kurtulmuş olur. Fakat kim razı olursa ve tabi olursa...” Dediler ki:

- Onlarla savaşalım mı? Buyurdu ki:    

“Namaz kıldıkları (İslâm’ı uyguladıkları) müddetçe hayır.”[12]

Allah’ın Rasûlü (s.a.v.) burada Müslümanların kendi yöneticilerine karşı kör ve sağır olmayı değil onları takip edip tanımayı ve yaptıkları münkerlere karşı çıkmayı, kurtuluşun yolu olarak göstermiştir. Yöneticileri takip etmeyenler onları tanıyamaz ve onların yaptığı şerlerden de ne beri olur ne de kurtulurlar. Körü körüne onlara tabi olur da dünya ve ahirette hüsrana düşerler.

Ayrıca Allah Teâlâ, marufu emretmeyi, münkeri de yani Allah’ın rızasına uygun olmayan şeyleri de nehy etmeyi müminlerin bir sıfatı ve görevi olarak talep etmektedir. Marufu emretmek ve münkerden nehy etmek siyasî bir iştir. Çünkü marufun da münkerin de başı o toplumun yönetimidir. Yönetim bozuk olursa toplum fasit yani bozuk ve kirli olur. Çünkü yönetim toplumun yapısını teşkil eder. Sosyal ilişkileri tanzim eder. Bu tanzimdeki çarpıklık toplumda çarpık, bozuk, kötü, dengesiz ilişkileri; beraberinde de zulüm, dolandırıcılık ve yolsuzlukları getirir. Bu da yönetime ve yöneticilere yönelik marufu emretmenin ve münkerden nehy etmenin önemini ortaya koymaktadır.

İşte, Allah Teâlâ bu önemli siyasî işi Müslümanların özelliği olarak zikrederek onlardan kesin bir şekilde talep etmiştir:

“Mümin erkek ve kadınlar birbirlerinin velisidirler (dost, yardımcı ve koruyucusudurlar) marufu emrederler ve münkerden nehyederler.”[13]

“Yeryüzünde onları yerleştirdiğimizde (iktidar sahibi kıldığımızda) onlar namaz kılarlar, zekât verirler, marufu emrederler ve münkeri nehy ederler.”[14]

Bu ayet-i kerime de Müslümanlardan davet ve ümmet olarak marufu emretmeyi ve münkerden nehy etmeyi talep etmektedir: Yine Efendimiz (s.a.v.):

“Nefsimi elinde bulunduran (Allah)’a yemin ederim ki siz ya iyiliği emreder münkerden nehy edersiniz, ya da Allah katından hemen size bir azap gönderir sonra da siz dua edersiniz de duanız hiç kabul edilmez.”[15]

“Şüphesiz ki Allah hiçbir zaman bir kısım (özel) insanların işledikleri kötülükler yüzünden bütün insanlara azap etmez. Ne zaman ki aralarında kötülüklerin yapıldığını görürler de güçleri yettiği halde o kötülüklere karşı çıkmazlar ya da ortadan kaldırmazlarsa işte o zaman Allah’ın azabı hem günahları işleyenleri hem de bu günahlara karşı çıkmayanları, bütün insanları kapsar.”[16]

Toplumdaki özel kimseler yöneticiler, toplumu etkileyen liderlerdir. Onları takip etmeyen ve onların işleyeceği münkerlere karşı duyarsız ve tepkisiz olan insanlar onların işledikleri cürümlerden dolayı Allah (c.c.)’ın göndereceği çeşitli azaplardan kurtulamazlar. Kurtulmaları için yöneticileri ve liderleri denetleyip icraatlarını takip etmeleri ve yanlışlarına tepki göstermeleri gerekir. Bu da siyasetle iştigal değildir de nedir? Bir başka hadiste Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu;

“Hiçbiriniz kendisini tahkir etmesin (küçük düşürmesin)” Yanındakiler;

-Ey Allah’ın Rasûlü, bizden birisi kendisini nasıl tahkir eder? Diye sordular. O da şöyle buyurdu: “Bir kimse öyle bir şey görür ki, onunla ilgili bir şey söylemesi Allah’ın onun üzerinde hakkıdır. Fakat o bu hususta konuşmaz (yani insanlardan çekinip konuşmamakla kendisini tahkir etmiş, alçaltmış olur). Allah Teâlâ da kıyamet günü ona, şu şu meselede niye üzerine düşen sözü söylemedin, söylemene engel olan neydi? Diye hesaba çeker. Adam; konuşmamı insanlardan korkmam engelledi, der. Allah Teâlâ da; Sen (insanlardan değil) önce Ben’den korkmalıydın, der.”[17]

Bu hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzere Müslüman’ın gördüğü münkerlere karşı duyarsız ya da tepkisiz olması yasaklanmaktadır. Özellikle de yönetim ve yöneticilere karşı kör, sağır ve tepkisiz olmak kesinlikle yasaklanmaktadır. Zira Allah’ın Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

“Cihadın en üstünü zalim sultan (otorite) karşısında hak sözü söylemektir.”

“Şehitlerin efendisi Hamza ve zalim bir imama karşı hak söz söyleyip nasihat eden ve bu hareketinden dolayı öldürülen kimsedir.”

“Kimin asıl önem verdiği husus Allah’tan başkası olmuşsa o, Allah’tan değildir (Allah’la alakası kesiktir). Kim de Müslümanlara (maslahatlarına) önem vermezse onlardan değildir.”

Müslümanların hayatlarına önem vermek, onların çıkarlarını, haklarını savunmak ve onların takipçisi olmaktır, yani siyasettir. Allah (c.c.) ve Rasûlünün, siyasetin muhasebe ile ilgili bu taleplerini ve şiddetli teşviklerini göz ve kulak ardı ederek Allah (c.c.)’a kulluk hasıl olur mu?

                                                    B. Dış Siyaset

Dış siyasetin anlamı, devletlerarası, milletlerarası ilişkilerdir. Bunu takip etmek ve ondan haberdar olmak da, Allah Teâlâ’nın Müslümanlara yüklediği ilâhî mesajı dünyaya taşımak, fitne, fesat ve zulmü ortadan kaldırmak ve Allah’ın dinini bütün dinler üzerine yani yeryüzünün tamamına hâkim kılmak görevinin yerine getirilmesi için çok önemli bir şarttır.

Allah Teâlâ, İslâm ümmetini ‘risalet’ ve ‘cihad’ ümmeti kılmış, insanlığa risaleti götürmek onları zulümlerden, sapıklıktan, kula kulluktan kurtarmak için çalışmakla sorumlu kılmıştır. Onun yolu olan cihadı farz kılmıştır. Şöyle ki:

“Böylece sizi insanlar üzerine şahitler olmanız, Rasûl de size şahit olması için seçkin bir ümmet kıldık.”[18]

“Siz insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz. Marufu emreder münkerden nehy edersiniz.”[19]

“O müşrikler hoşlanmasa da (kendi) dinini bütün dinlere hâkim kılmak için Rasulünü hidayet ve hak din ile gönderen O’dur.”[20]

“Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla (kâfirlerle) savaşın.”[21]

Bu son ayet-i kerime, Müslümanların ve özellikle onların siyasetçilerinin, yöneticilerinin, komutanlarının, ilim adamlarının, din görevlilerinin hiçbir zaman akıllarından çıkarmamaları ve sürekli olarak gündemlerinde tutmaları gereken ilâhî bir emri ifade etmektedir. Elbette ki burada istenen savaş yalnızca silahlı ve sıcak savaş değildir. Ekonomik savaş, kültürel savaş, siyasî savaş da bunun kapsamı içindedir. Allah Teâlâ bu ayetle Müslümanlara önemli ve çok büyük bir hedef koymuştur. Bu hedef ‘Yeryüzünün tamamında fitne kalmaması ve din tamamen Allah’ın olmasıdır. Bu hedefe ne zaman ulaşılacağı ilâhî takdir ile ilgili olup bizleri ilgilendirmemektedir. Bizleri ilgilendiren husus bu hedefe kilitlenmek ve ona göre çalışmaktır.

İslâm ümmetinin bu görevini yerine getirebilmesi için dünyada neler olup bittiğinden haberdar olması, düşmanlarına karşı uyanık olması gerekmez mi? Yani dış siyaseti, devletlerarası siyaseti bilmesi gerekmez mi? Bunlara vakıf olmayanlar düşmanlarından nasıl korunabilir? Hem de Allah (c.c.)’ın üzerine yüklediği fitneyi, fesadı ortadan kaldırma yükümlülüğünü nasıl yerine getirebilir? İslâm ümmetinin dış siyasete vakıf olmasının gerekliliği şu hususlarda açıkça ortaya çıkar:

1) Düşmanlarını tanıması bakımından,

2-) Fitne ve fesadı ortadan kaldırıp Allah’ın dinini hâkim kılmak için cihad yapmakla yükümlü olması bakımından,

3-) Müslümanların sadece kendilerini kalkındırmak değil, tüm insanlığı kalkındırmayı düşünmek ve o azimle çalışmakla yükümlü olmaları bakımından.

a-) Günümüzde yeryüzü, Müslümanların düşmanları olan kâfirlerin, Komünistlerin, Budistlerin, Hinduların, Hıristiyan ve Yahudilerin devletleri tarafından istila edilip ifsat olmuştur. Bunlar devletlerinin imkânları ile sürekli Müslümanlara kin beslemekte, kötülük düşünmekte ve düşmanlık yapmaktadırlar. Müslümanların mallarını çalmak, ülkelerini sömürmek, onları İslâm’dan uzaklaştırmak ve İslâm’ı tamamen ortadan kaldırmak için hileler, tuzaklar kurmaktadırlar. Planlar ve planlarını uygulamak için çeşitli faaliyetler yapmaktalar. Bu ortamda, Müslümanlar o düşmanlara karşı nasıl gafil olur? Düşmanına karşı gafil olmayı telkin eden bir zihniyet asla İslâmî zihniyet olamaz. Şu anda yeryüzündeki devletler madem ki hep küfür devletleridir, o halde Müslümanların bu devletleri, devletlerarası siyasî durumu belirleyen büyük devletleri tanımaları, onların plan ve desiselerinden haberdar olmaları onların aleyhimizde hazırladıkları tuzaklarına düşmemek için farzdır. Çünkü bir farzı yerine getirmek için gerekli şeyler de farzdır. Nitekim son dönemlerde Müslümanlar bu farzı eda etmedikleri için sürekli düşmanları olan kâfirlerin, münafıkların tuzaklarına düşmektedirler.

b-) Yukarıda geçen ayetlerde de görüldüğü gibi Allah Teâlâ İslâm ümmetini fitne ve fesadı ortadan kaldırmak ve hak din olan İslâm’ı yeryüzünün tamamında hâkim kılmak için cihad yapmakla mükellef kılmıştır. Müslümanların bakışını yeryüzünün tamamına yöneltmiştir. Bununla yükümlü olan bir ümmet elbette ki fitne ve fesadı yapanları tanımak zorundadır. Onların güçlerini, planlarını ve faaliyetlerini tanımak zorundadır. Bu da dış siyaseti takip etmeyi ve siyasî uyanıklığa sahip olmayı gerekli kılmaktadır.

c-) Allah Teâlâ, yukarıda da belirtildiği gibi İslâm ümmetini “İnsanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmet” “İnsanlığa şahit ümmet” kılmıştır. Bu vasıflara göre İslâm ümmetinin sorumluluğu evrenseldir. Allah (c.c.) bu ümmete bu ağır sorumluluğu yüklemekle aynı zamanda onu yeryüzünde “En seçkin, en üstün ümmet” konumuna getirmiştir. İşte bu ulvî makam ve sorumluluk gereği Müslümanlar sadece kendilerini düşünmezler ve sadece kendileri için yaşamazlar. Bundan dolayı bugün her ne kadar Müslümanlar kendileri kalkınmak zorunda olsalar da onların bakışı yine de âlemin tamamına insanlığın kurtuluşunadır.

Müslümanlar kalkınmak için uğraşacaklar fakat sadece kendilerini kurtarmak için değil tüm dünyayı fitne ve fesattan, insanlığı da tağutî zulüm ve dalaletten kurtarıp İslâm’ın nuruna hidayet ve adaletine ulaştırmak için yani tüm insanlığı kalkındırmak için bunu yapacaklar. Bu bakışı bize hem yukarıda zikredilen naslar kazandırıyor, hem de Rasûlullah (s.a.v.)’in sünneti kazandırıyor.

Bilindiği üzere Rasûlullah (s.a.v.) ve sahabeler daha İslâm’ın ilk yıllarında, Mekke döneminde dış siyasetle ilgileniyorlardı. Müşriklerin liderleri aralarında Ebu Bekir (r.a.)’in de olduğu bir grup Müslüman’a; Farslıların Rumlara galip geldiklerini, Rumların Kitap Ehli olmalarının kendilerine bir üstünlük sağlamadığını, aynı şekilde Müslümanların da kendilerine Allah’tan kitap geliyor iddiası ile üstünlük elde edemeyeceklerini söyleyerek Müslümanlara çattılar. Bunun üzerine Müslümanlar Rasûlullah (s.a.v.)’in yanına geldiklerinde Allah Teâlâ, Rum sûresinin (1-4) Ayetlerini indirip; “Rumların kısa zaman içinde galip geleceklerini, müminlerin de müşriklere karşı zafer elde edeceklerini” bildirdi. Nitekim Rumlar 616 yılındaki yenilgilerinden 8 yıl sonra, 624 yılında Farsları yendiler. Müslümanlar da Bedirde Müşrikleri yendiler. Bu olay sahabelerin devletleri yok iken bile devletlerarası ilişkileri akideleri açısından takip ettiklerini, Allah ve Rasûlünün de bunu teyit ettiğini ortaya koymaktadır. Mekke’de henüz devletleri bile yok iken sahabelerin bu uğraşıları abesle iştigal miydi? Hayır, kesinlikle hayır! Aksine dünyayı kurtarma sorumluluğunun bilincindeki Müslümanların akidelerinin ve sorumluluklarının zorunlu kıldığı bir uğraşı idi. Zira Rasûlullah (s.a.v.) daha Mekke’de iken çeşitli maddî sıkıntılar içindeki bir avuç Müslüman; zamanın iki süper devletinin fethini Allah’ın dininin hâkimiyeti için hedef olarak gösteriyordu. Kayser ve Kisra’nın hazinelerini vaat ediyordu. Bu vaat para vaadinden öte iki büyük ülkenin fethinin vaat edilmesiydi. Bir başka örnek ise; Medine de Hendek gazvesinde İslâm devletinin ablukaya alındığı bir esnada korunmak maksadı ile çeşitli sıkıntılar içerisinde hendek kazarken Rasûlullah (s.a.v.)’in Müslümanlara Rum, Fars ve Mısır diyarlarının fethedileceğini müjdelemesiydi. Yani, Müslümanlara sadece bu ablukadan nasıl kurtuluruz gibi bir sıkıntıyla meşgul olmamalarını, gösterilen hedeflere nasıl ulaşılacaklarını düşünmelerini onlara telkin ediyordu. İşte bütün bunlar Müslümanların bugün dahi dünyayı ve tüm insanlığı Allah’ın dinini hâkim kılarak kurtarmayı düşünmeleri ve bunun yolu olan cihad bilinciyle hareket etmeleri gerektiğini, onun için de bakışlarını dünyaya yöneltip ne olup bittiğini fark etmeleri, takip etmeleri gerektiğini, bu takibi de İslâmî açıdan yaparak siyasî uyanıklık içinde olmaları gerektiğini ortaya koymaktadır.

Hükümet Çeşitleri ve Bunlara Karşı Durumumuz

 

Müslümanlara göre hükümetler üç türlüdür:

a) Adaletli İslâm hükümeti: Bizim böyle bir hükümete karşı görev ve tutumumuz kendilerine itaat etmemiz, yardımcı olmamızdır. Gereken nasihati yapmamızdır. Kendilerine karşı samimi olmamız görevimizdir. Böyle bir hükümetin devamını korumamızdır. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Din nasihattir” Ya Rasûlallah kimin için? Diye sorduk. Buyurdular ki: “Allah (c.c.) için, Kitabı için, Rasûlü için, Müslümanların imamları için ve hepsi için.”[22]

 

b) Zalim İslâmî Hükümet: Bu hükümete karşı görevimiz, adaletli olması, zulüm yapmaması için kendilerine nasihat etmek ve onları doğruya, hakka yöneltmektir. “Gerçekten cihadın en büyüğü zalim sultan nezdinde, adil sözü söylemektir.”[23]

Böyle bir hükümete nasihat etmek ve hakkı söylemek sonuç vermiyor, zulüm ve haksızlıklarına devam ederse bu hükümetin yerine adaletli ve hakkı bilen bir hükümet ve bakanların gelmesi için ülke yasalarının elverdiği bütün hukuki, siyasi ve ilmi çalışmalar yapılmalıdır.

 

c) Kâfir Hükümet: Böyle bir hükümete karşı da yapacaklarımız, Müslüman kardeşlerimizin zarar görmemesi için ona karşı gereken tedbirleri almak, onu en kısa zamanda değiştirmektir. Böyle bir hükümetin varlığına son vermek ve yerine adil bir hükümet kurulmasını sağlamaktır. Bu husustaki ilâhî emir şöyledir: “Kâfirlerle ve münafıklarla cihad edin.”[24]

 

Bugün dünyada 200’e yakın devlet bulunmakta ve Müslümanlar, saydığımız bu üç çeşit hükümetten herhangi birisinin gölgesinde yaşamaktadır. Müslüman nasıl bir hükümet ortamında yaşıyorsa ona göre siyasî bir cihad yürütecektir. Bu cihadı elbette ki, Allah (c.c.) için ve Allah yolunda olmak üzere yürütür.

 

Bugün Müslümanlar arasında yaygın olan bir başka yanlış ve hatalı görüş vardır: Bazı Müslümanlar diyorlar ki: ‘Biz siyasî işlerle uğraşamayız ve siyasete girmeyiz, bizim siyasetle bir ilgimiz yoktur.’ Böylece parçalanıp bölünüyorlar. Bunlardan kimisi bunu bahane ederek hiç bir şeyle de ilgilenmemekte ve gerekçe olarak da, siyaset bizi Allah (c.c.)’tan uzaklaştırıyor, diye bırakmaktadır. Ahiretimizi unutturuyor, diyorlar. Bazısı da biz bunu belli bir süreye kadar bırakacağız, diyorlar. Ki­misi de siyaseti terk etmek de bir siyasettir, diyorlar. İslâm devleti bir mey­vedir. İleride her bir insan için İslâm’a ulaşmak sonuç olarak kazanılacaktır. Biz bunu iki noktada ele almaktayız.

 

Birinci nokta: Sen bir devlettesin, fakat o devlet esas yaşadığın devlet değildir. Ancak sen, sadece İslâm’ı anlatmak için oralara gitmiş olabilirsin. Böyle bir durumda, benim şu anda yabancısı bulunduğum bu yerde siyasete atılmam doğru değildir. Çünkü ben bu ülkeye sadece İslâm’ı anlatmak üzere geldim. Bana bu bölgede İslâmî çalışmamı bunsuz yapmam gerekir. Burada siyaset yapma kapısı bana kapalıdır. Çünkü ülke bu konuda benden yöne­timlerini tenkid etmemeyi istedi. Sadece İslâm’ı anlatacağım, onu tanıtaca­ğım, başka değil.

 

İkinci nokta: Ben bir ülkede yaşıyorum, oranın vatandaşıyım. Burada ne yapmam gerekir?

 

Biz bu sorunun cevabını vermeden önce, bazı hususlara değinmek is­teriz. Aslında bu noktalara değinmemiz de gerekir ve vaciptir.

 

a-) Çağımız devletlerinin elinde bütün imkân ve güçler bulunmaktadır: Eğitim, öğretim, ekonomi, ordu, sosyal işler, siyasî faaliyetler, düşünce ve kültür araçları.. Kısaca beşer cinsiyle ilgisi olan ne varsa hemen hepsini devlet ele almış bulunmaktadır. Nitekim siyasî çalışmalar da böyle her şahsın ilgilenmesi so­nucu olmuştur.

 

b-) Dünyadaki her bir hükümet milliyetçilik esası üzerinde kurulmuş ve bu da siyasî partinin niteliği haline gelmiştir. Öyle ki askerî hükümetler bile yaptıkları hareketlere milliyetçilik adıyla girişmektedirler. Diktatör ce­reyanlar da aynı şekilde hareket ediyorlar. Bunlar istila ile işi ele aldıktan sonra, hemen bir parti oluşturarak, bunu siyasî olarak bir düşünce temeline oturtup işe girişiyorlar.

 

c-) İşte tüm bunların sonucu olarak, çeşitli ıslahat ve reform düşüncele­ri ortaya atılıyor. Mutlak bir şekilde bunun infazı ve yerine getirilmesi de bir hükme ve bir partiye bağlanıyor. Partisiz bir hüküm ya da hükümet ola­mamaktadır. Bir parti hükümet olmaya varmadığı sürece, sadece soyut birer nazariye olmaktan öteye geçemez. Şimdi meseleyi İslâm dünyası açısın­dan şöyle ele alarak cevaplarız: İslâm dünyasının her yerinde hükümetler oluşmuş, fakat bu hükümetlerin çoğunluğu ne amelî olarak (pratikte) ne de nazarî olarak (teoride) İslâm’a bağlı değildirler. Hele çağımız devletlerine bakacak olursak, hemen hemen ellerinde bütün imkânlar bulunmaktadır. Bunun doğal bir sonucu olarak İslâm dünyasındaki devletler, kendi vatandaşlarını kendisinin istediği doğrultuda yönetmeye, eğitmeye ve onları inançlarından daha farklı kalıplara sokmaya çalışıyorlar. İslâm toplumlarında böylece halk ile idare arasında önemli farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu durum İslâm değildir. Gerçi İslâm’a da, herhangi bir dine düşman olmadığı gibi düşman olmadığını dışta göstermektedir.

 

İşte bunun sonucu olarak zamanımızın nesli, İslâm’dan nasipsiz ve habersiz bir şekilde yetişmektedir. İslâm’dan nasipleri sadece isimlerinin Müslüman ismi olmasıdır. Adına Müslüman denmesindendir. Bunun da neticesi meydana gelen şey ise:

a- İslâm birliği yoktur. İslâm dünyasındaki herhangi bir ülke buna gayret göstermemektedir. Aksine ondan uzaklaştırmaktadır. Halbuki İslâm’ı hâkim kılmanın farz olduğunu bilerek bunu yapmalıdır.

b- Artık cihad bilinci, gerek nazarî olsun gerek amelî olsun, gerekse gerçekleşme noktasında olsun unutturulmuştur. Bu şuur ölmüş bulunmaktadır. Halbuki bilindiği gibi bu da Müslümanlara farzdır ve ihya edilmesi gerekir.

c- Her İslâmî bölgedeki İslâm hükümleri bırakılmış, bir kenara itilmiş ve bunun yerine yabancı hükümler getirilmiştir. Halbuki bunun yerine getirilmesi de bir farzdır. “Öldürü­lenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı).”[25]  “(Bu,) indirdiğimiz ve (hükümlerini) farz kıldığımız bir sûredir.”[26]

 

Şimdi bu gerçeğin karşısında, İslâm bölgelerinde kurulan İslâmî hükü­metlerin durumu nedir? Bir şey ki vacip (farz) onsuz yapılamıyor, o şeyin de aynen edinilmesi vacip (farzdır).

 

Mademki İslâmî bir hükümet (devlet) olmadıkça, Allah (c.c.)’ın hükümleri, cihad ve İslâm birliği olamayacaktır. Bunların hiçbirisi ikame olunamaya­caktır. Mutlaka her bir İslâmî bölgede bir İslâmî hükümetin kurulması veya var olanların ıslah edilmesi gere­kir. Ayrıca buna gücü olanların ise, başkalarına yardımcı olmaları gerekir.

 

Bazı Müslümanlar diyorlar ki: Bir İslâmî hükümetin teşkili için Müslümanların ortaklaşa çalışmaları, bazı Müslümanların bu görevi yüklenmeleri farz-ı kifayedir. Şayet bu da varsa, artık öteki Müslümanların böyle bir çalışmayı yürütmeleri gerekmez. Onlardan günah düşer. Bu anlayışta olanlar vardır.

 

Evet, bu doğrudur, şayet İslâmî devletin gelmesi için bu bazı kimsele­rin çalışması yeterliyse böyledir. Değilse, durum değişir. Her bir Müslüman’a ayrı ayrı farzdır. Mademki halen İslâmî hükümler ikame olunmuş, yeri­ne getirilmiş değildir, bugün her bir Müslüman’a bu, ‘farz-ı ayın’ olarak yapmaları kesin olan bir hükümdür.

 

Dağınık bir şekilde hüküm ikamesi mümkün olamamakta ise, düzenli ve sistemli bir çalışmaya girmek gerekir ve bu farzdır. Mademki ayrılık İslâmî devletin kurulmasına engeldir. Müslümanların birlik halinde hareket etme­leri farz-ı ayındır. Böyle bir hükme varmanın bir yolu varsa, bu yola girmek ve birlikte bu yolda yürümek farzdır. Şayet durum hükümetin teşkili için belli hazırlıklara ve cihazlara gerek duymakta ise bunları hazırlamak ve ci­hazları sağlamak da farzdır. İşte bütün bunlar siyasî cihad ifadesinin ve ça­lışmasının içerisinde mutlak olarak yer alır. Böylece başta sorduğumuz sorunun cevabı ortaya çıkmış oldu. Her bir bölgede bulunan Müslüman nasıl tavır takınacak bu, anlaşıldı.

 

Aksine bizim söyleyeceğimiz şudur: Müslüman, siyaset konusunda o de­rece dikkatli, uyanık ve titiz bulunacaktır ki, dünyada onun bir benzeri görülmeyecektir. Çünkü devlet idaresi de Allah (c.c.)’ın hakkında hüküm koyduğu temel hususlardandır. Hiçbir kimse, diğer dünya işlerinde ve ahiret işlerinde Allah Teâlâ’nın hükümleri geçerli olsun ama devlet idaresi konularında bizim hazırladığımız kanunlarımız geçerli olsun, diyemez. Bundan ne kadar olumsuz bir mantık çıkacağı ortadadır. Her insanın yapacağı şeyler vardır. Müslüman, Müslümanca bu hükmü yüklenecek ve kendi üzerinde uygulayacaktır. Başkası üzerinde uygulanmasına gayret göstere­cektir.

 

Devletlerin, hükümetlerin yaptığı uygulamalar ya İslâmîdir veya değildir. Müslüman, yaşadığı ülkede Müslümanca tutum ve davranışını, kendi kişiliğini ortaya koyacaktır. Hükümetin tutumuna ve davranışına göre o da tavır takınmak zorundadır. Müsbet ise müsbet, olum­suz ise, olumsuz. Uyanık olmadıkça Müslüman, bunları yapamaz. O halde deriz ki, Müslüman siyasî bir davranış edinip edinmemekte veya bir tercih yapıp yapmamakta serbesttir, diyemeyiz. Çünkü Müslüman İslâm’ı seçmekle O’nun bütün hükümlerini ve bir bütün halinde kabul etmiştir. İslâm şeriatı baştan sona İslâm’ın kâmil manada uygu­lanmasını farz kılmıştır. Kitap nasıl emrediyorsa öyle yapacaktır. Bu hükümlerden bir veya birkaçının inkâr edilmesi diğerlerinin de inkârı anlamına gelir.

 

Bir başka nokta ise, Müslüman’a nispetle siyasî görev, her halükârda zorunlu bulunmaktadır. Bu da bir İslâmî hükümetin olması ve olmaması durumuna göre değişiklik gösterir. Müslümanlar nezdinde siyasî uyanıklık olmadığı takdirde belki de bu hal, işi İslâm dünyasının çökmesine kadar gö­türen faktörler cümlesindendir.

 

Üçüncü bir nokta ise, İslâmî siyasî çalışma gayet açık ve net olan bir gerçektir. Bu, İslâm dünyasında İslâmî olmayan siyasî partilerin varlığıdır. Bunlar bu partiler kanalıyla sonuca varmak, hükümet kurmak istiyorlar. Ya da bu, fiilen bulunmaktadır. Bu ise, Müslümanların bir araya gelerek kendi aralarında siyasî bir kuruluş, parti ve cemaat oluşturmasını doğrudan doğru­ya gerektirir. Ancak çalışma tarzı tamamen İslâm akidesine bağlı olacak, ondan kıl payı ayrılmayacaktır. Çok ince ve sağlam bir metodla, düzenli bir düşünceyle yapılmalıdır. Evet böyle yapılmalı ki, Müslümanlar kâfirlerin ve münafıkların ulaştıkları şeylerle müptela olmuş olmasınlar, yolları üzerleri­ne kapanmış olmasın veya hükme varamayacak şekilde bir çalışma olmuş olmasın. Özellikle daha önce de belirttiğimiz gibi, hüküm onların elinde olduktan sonra, meselâ güç ve kuvvet onlardaysa, davet imkânları onlardaysa, eğitim-öğretim alanları onlardaysa, iktisadî güç onlardaysa, bu gibi hallerde bir İslâm ümmetinin kurtulması mümkün değildir. Bu durumda parti de gereksizdir. Onların yöntemleriyle olduktan sonra ne türden bir çalışma olursa olsun, sonuçsuzdur.

           

                                      SİYASÎ CİHAD SÜREKLİDİR

 

Müslümanların gerek kendi ülkeleri içinde ve gerekse İslâm dünyasında birlik ve beraberlik içinde yaşamamaları, güçlü ve müreffeh olmamaları, zayıf düşmeleri ve başkalarının sömürüsü altında kalmaları için düşmanları tarafından onların içine sürekli olarak fitneler sokulmuş, yanlış ve batıl inançların yayılmasına çalışılmıştır. İşte Müslümanların kendi ülkelerinde siyasetle uğraşmamaları yönündeki düşünceler de bunlardandır. Bu düşünceleri yaymak isteyenler, Müslümanların siyasetten çekilmesini sağlayarak meydanın kendilerine kalmasını ve insanları diledikleri gibi yönetmeyi ve kaynakları kendilerinin kullanmasını hedef almışlardır.

 

Bu oyunu anlamamak için ya çok saf olmak veya başkalarının oyuncağı ve işbirlikçisi olmak gerekir. Bunun üçüncü bir durumu yoktur.

 

Bugün İslâm dünyasının başına gelenler tesadüf değildir. Bu­ralarda gördüğümüz sömürgeciler, haçlılar, siyonistler ve bunlara karşı eğilimli olan hükümetler, İslâm dünyasını idare edenler hemen hemen bu paralelde hareket etmektedirler. Müslümanların birleşmemesi için ne gere­kiyorsa onu yapıyorlar. Böylece inananların tek hedefte birleşmelerini engellemiş bulu­nuyorlar.

Son asırlarda özellikle de günümüzde bütün dünyada Müslümanlar arasında onları siyasetten tiksindirici ve uzaklaştırıcı çeşitli fikirler ve telkinler yayılıyor. Bu fikir ve telkinlerin etkili ve yeterli olmadığı yerlerde caydırıcı ve zorlayıcı önlemler alınıyor. Bunun da başarılı olmaması halinde temel hak ve özgürlüklere aykırı olarak adaletsiz ve hukuksuz kanunlar çıkarılıyor ve uygulamalar yapılıyor. Bu yanlış telkinleri şöyle sıralamak mümkündür:

1) Bu yanlış düşüncelerin başında, din ayrı, siyaset ayrı olmalıdır, fikri gelir. Buna göre dinin sabit, değişmeyen kuralları ile her zaman değişken olan siyasî olaylar tanzim edilemez. Onun için din siyasete esas teşkil etmemelidir. Aksi halde dünyanın gidişatından geri kalır.

2) Siyasetin değişkenliği ve kayganlığından dolayı, siyasetle meşgul olmak kişiyi de yalancı, kaypak, ikiyüzlü, sahtekâr kılar. Onun için iyi bir Müslüman siyasetten uzak durmalıdır.

3) Aziz dinimizi siyasetin yalanlarına ve pisliklerine bulaştırmamalıyız, dini siyasete alet etmemeliyiz.

4) Siyaset dinde ayrıntılardandır ve dindeki yeri yüzde beşler civarındadır. O da önemli değildir. İslâm dini siyasî değil sadece uhrevî, ruhanî, ferdî bir dindir.

5) Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınmalıyız.

6) Önemli olan Allah Teâlâ’ya kulluk yapmaktır. Siyasetle iştigal etmek, kişiyi Allah’a kulluktan alıkoyar.

7) İslâmî bir kitlenin kâfirlerin siyasî işlerini, manevralarını takip etmesi abesle iştigal olur. Elin kâfirinden bize ne? Nasıl olsa Hak gelince batıl zail olur. Bizim dahilî ve haricî siyaseti takip etmemiz, tahliller yapmamız, konuşmamız abesle iştigal olur.

8) İslâm’ı bireysel olarak yaşarsak devlet nasıl olsa gelir. Önce kendimizi kurtaralım. Devleti yüreğimizde kuralım. Siyasetle meşgul olmaya gerek yoktur.

İşte bu ve benzeri sözleri içinde yaşadığımız toplumlarda ve bütün İslâm ülkelerinde sık sık duyuyor ve böyle düşünen insanlarla sıkça karşılaşıyoruz. Şurası iyi bilinmelidir ki, bu tür telkin ve fikirler, dışarıdan güdümlü telkin ve fikirlerdir. Kasıtlı olarak dünyadaki bütün Müslümanlar arasında yayılmaktadır. Bundan maksat Müslümanlar kendi yaşamlarındaki, ülkelerindeki ve çevrelerindeki siyasî manevraları göremesinler, kâfirlerin güdümünde kalmaya mahkûm olsunlar. Hiçbir zaman yöneten olmasınlar ve daima yönetilen olsunlar.

Bir Müslüman, ben siyasete katılmayacağım, düşüncesini kafasından atamıyor, İslâm’ı bilemiyor ve anlayamıyorsa, ya da korkak olduğundan ötürü İslâmî bir hükmü insanların önüne dikilerek karşılarında duramıyorsa, bu takdirde hiç bir şey yapamayız. Dünyayı kâfirlere, münafıklara, isyancılara, soygunculara, sömürücülere, bozgunculara terk etmiş oluruz. Halbuki peygamberler (a.s.), dünyayı ıslah etmek üzere gönderildiler ve insanlık tarihi boyunca bunun mücadelesini verdiler. “Islahından sonra yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın.”[27]

 

Buna uymadığımız takdirde sadece Müslümanları ezilmişler olarak kö­leler veya ikinci sınıf insanlar yapmış oluruz. Böylece gerek bunların gidişatı olsun, gerekse çocukları­nın gidişatı olsun kâfirliktir. Nitekim bugün de adeta köleleşmemişler mi? Böyle bir şiarı atmak ya başkasından alınma bir fikirden ötürüdür veya cahil oluşundan dolayıdır. Ancak bu düşünceyi (siyaset düşüncesini) atmayı bir hile veya aldatmaca olarak bir tuzak niteliğinde kullanıyorsa, bunlar müstesnadır. Yani böyle diyerek hakka ulaşmayı amaçlıyor ve gerçekten de bunu yapıyorsa, bundan başkaca da bir yol yoksa diyebilir.

 

Ancak bazı görevlerin ve hizmetlerin gereği olarak kişiyi siyasetten uzak tutması ve bazı insanların, İslâmî hizmetlerde bulunurken, hareketleri siyasetle ilgilenmemeyi zorunlu kılıyorsa, böyle bir zorunlulukla karşı karşıya iseler, bu takdirde bu kimselerin bundan uzak gibi durmaları zaruret gereği olabilir. Bununla birlikte bunlar da yine Müslüman bir ferdin görevi ne ise kendilerine düşeni yapacaklardır. Yine Müslüman kardeşine gereken yardımı yapacaktır. Fakat kendisini gizlemesini bilecektir. Zira böyle bir siyasî çalışma, yani İslâmî akideden asla taviz vermeksizin gereken çalışmanın yapılması farz­dır. Hem de farz-ı ayındır. Bu bakımdan o kimse de Müslüman kardeşlerine elinden gelen yardım nasıl ise onu yapmakla yükümlüdür.

 

Fakat kendilerine siyasetle uğraşmamayı zorunlu ve adeta farz kabul edenlere gelince bu kimseler kendileriyle birlikte olanlarla bera­ber İslâmî siyaset çalışmalarını, diğer Müslümanlarla birlikte yürütme­yi terk ederlerse iki kez günahkârdırlar:

a) Böyle bir çalışmaya katıl­madıklarından günahkârdırlar.

b) Kendileriyle beraber olanları da böyle farz olan bir çalışmaya katılmaktan menettikleri için günahkâr­dırlar. Belki de kendilerinin yapmakta oldukları şey nafiledir. Bu nafi­leyi yapacağız derken farzı terk etmektedirler.

 

Burada ileri sürülen bir diğer nokta daha bulunmaktadır. Bu nokta, Müslümanların siyasî bir kitle meydana getirmeleri düşüncesidir. Bu siyasî kitlenin fikir ve düşünceleri gayet açık ve net olacaktır. Öyle ki bu kitlenin ortaya atılan tüm fikirlerle ilgili görüşleri her konuda açık olabilsin. Hatta bu husustaki hükümler müctehid imamlar arasında ihtilaflı olan konular bile olsa, mademki kitle hareketi bir fikir ve düşünce benimsemiştir, hepsinin aynı fikir ve düşünceyi paylaşmaları gerekir. Bu öyle olmalı ki, kitleye bağ­lı organlar arasında tam bir kaynaşma olabilsin. Kendisi başka bir düşünce ortaya atınca, üyeler arasında onu destekleyen veya onun düşüncesini pay­laşan bir başka kimse bulunamasın. Evet, kimisi de böyle bir fikirle ortaya çıkılsın der.

 

Bize göre böyle bir düşüncenin üzerinde çok iyi durulması ve gözden geçirilmesi gerekir. Çünkü dışı pek parlak gözükebilir ama içinde neler gizlidir, beraberinde getireceği tehlikeler nelerdir? İşte burası bilinememektedir.

Müslümanların siyasî bir kitlelerinin olması bir farzdır. Fikirlerinin gayet açık ve net olması farzdır. Fakat bunun kuruluşu, bu kuruluşun zorun­lu olarak öne sürdükleri şey, bunu kabul etmeyen kimselerin buraya alın­maması gibi bir düşünce gerçekten tehlikeli bir noktadır. Biz konuyu aşağı­daki şekilde anlatmaya ve ele almaya çalışalım:

 

a- İslâmî hükümlerin kimisi gerçekten açık ve nettir. Fakat kimisini ise ancak ‘müctehid’ olan kimse anlayabilir. Müctehid olabilmenin ise birçok şartları vardır. Herkes müctehid olmadığı için ictihad yapamaz. Şayet bir kimsede gerçekten böyle bir şart var ise, o kimsenin Allah (c.c.)’ın hükümlerinin hakkını vermesi ge­rekir. Mademki böyle bir şart yoktur, o halde, o kimsenin Allah (c.c.)’ın hükmü­ne boyun eğmesi gerekir. Bazen de bir değil, Müslümanlar arasında birçok müctehidler çıkabilir. Çünkü bunlar ictihad şartlarını kendilerinde toplamış olabilirler. Bilindiği gibi müctehidlerden her biri gayretinin son anına dek, Allah (c.c.)’ın hükmünü ortaya çıkarmak için gücünü sarf edecektir. Şurası bilinen bir gerçektir ki, bir kimse takva yönünden işin zirvesinde değilse, müctehid sıfatı kendisine verilemez. Çünkü ancak böyle takvasıyla her bakımdan bili­nen kimsenin içtihadı kabul edilebilir. Zira insanlar o kimsenin heva ve is­tekleri doğrultusunda hareket eden biri olmadığını görüyorlar.

 

Bazen de bu müctehidler bir tek konuda değişik görüşler ileri sürebi­lirler. Aralarında o noktada ihtilaf olabilir. Gerçi ellerinde kitaptan ve sün­netten açık ve net bir delil bulundukça ihtilafa düşmezler. Çünkü durum açık ve net ise Müslüman’ın kitap ve sünnet dışına çıkması da caiz değildir. Ancak bunların bir hükümde ihtilafa düşmeleri halinde, o zaman hep­sinin görüşleri bu hüküm noktasından İslâmî olan görüşlerdir. Bunlar İslâm şeriatı içinde ve İslâm kanununda yer almaktadır. Buna göre bir Müslüman bu ictihadlardan birini alması halinde o kimse yine İslâm üzeredir. İslâm dı­şı düşünülemez.

 

İmam Şafiî (r.a.) diyor ki: ‘Allah (c.c.), âlimlerin üzerinde ihtilaf ettik­leri şeyde azap etmeyeceğine dair, âlimler icma’a vardılar.’ Kimisi: İslâm’ın bir en alt sınırı vardır, bir de en üst sınırı bulunmaktadır, dediler. İşte müctehidlerin tüm ihtilafları bu en alt sınır ile en üst sınır arasında do­laşıp durur. Müslüman takvasında ne derece ileri giderse, en üst sınıra varır. Hükümde görüşlerin en yumuşağı en alt dereceyi temsil eder. Görüşlerin en üstünü ise, o da en üst noktayı temsil eder. Müslüman takvada ne derece yükselirse, en üst noktaya da o nisbette yaklaşır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

 

“Onlar ki sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar.”[28] Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor: Kul, kendisinde sakınca olan şeylere düşerim korkusuyla, sakın­ca olmayan (beis görülmeyen) şeyleri de terk etmedikçe, takvanın hakikatine erişemez.”[29]

 

b- Görüldüğü gibi bu manada müctehid imamlar arasında ihtilaflı bu­lunan hükümler noktasında, tüm ümmet üzerine bir tek görüşü kabullenme­lerini mecbur tutmak olamaz, hiç bir insan buna kadir değildir. Ancak biri bunu yapabilir. O da Müslümanların Halifesi veya Naibidir. Bunlar her bir bölgede görev yapan ‘naib’ler olarak, Müslümanların birliğini düşünerek, aralarında teşri ve kanun birliği olsun diye bunu yapabilirler. Yani görüşler­den bir tanesini tercih ve ihtiyar edebilir, bu da kendi heva ve isteğinin öyle olmasından dolayı değildir. Maslahat gereği yapılabilir. Böylece hakka daha yakın olacağı düşüncesi hâkim olmak kaydıyla, istişare ehliyle görüştükten sonra ve belirli kayıtlar getirmek şartıyla yapabilir. Bununla beraber kişi hürriyetini zedelemez. Kimi şahsî hükümlerde değişik görüşler olabilir, yi­ne bu gibi şahsî hükümler noktasında ona göre hüküm uygulanmalıdır. Bu konuda hürriyet alınmamalıdır. Evet, şayet uzmanlar kimi şahıslar hakkında o hükümlerden birinin uygulanmasını gerekli kılıyorsa, buna karşı konul­mamalıdır.

 

Nitekim Mevdudî’ye bu konu etrafında bir soru sorulmuş, o da gereken cevabı vermiştir. Şimdi aşağıda size soruyu ve cevabını vereceğiz ki, mesele gözlerimiz önüne açık seçik konulabilsin.

 

‘Bize şöyle soru sorulmaktadır: Siz bugüne kadar hep İslâm kanununun esas prensipleri üzerinde duruyorsunuz, meseleyi hep buna ayırıyorsunuz. Siz neden şimdiye kadar bu kanun için bir ön hazırlık yapmadınız? Şayet bunu hazırlamış olsaydınız bu, sizin için daha faydalı ve daha layık olurdu. Böylece insanlar (Müslümanlar) da gayet kolaylıkla bilirlerdi ki, sizin kurmasını istediğiniz hükümet türünün bir nizamı ve bir kanunu vardır.

 

Cevap: Gerçekten ben, dünyada en büyük hata olarak şunu görürüm, en büyük beyinsizlik olarak da bunu kabul ederim. Bir adam veya bir cema­at çıkacak, bir gücü ve salahiyeti olmaksızın bir kanun yapacaktır, bu, ola­cak şey değildir. Bir kanun yapılırken ve yürürlüğe konması istenirken, mutlaka onu uygulayacak bir cemaate dayanması gerekir. Bizim böyle bir imkânımız olmadığına göre, bugün bize düşen, kanunun esas ve temel prensip­lerini sunmaktır.[30] Evet, şayet Müslümanlar, gücü bir cemaate veya bir Emir’e verirlerse, böyle bir durumda ister emir olsun ister cemaat olsun İslâm kanununu uy­gularlar, ortaya koyarlar ve gereken seçimi yaparlar...

 

c- Bu bakımdan Müslümanları bir tek görüşe mecbur kılmak ne bir ferdin ve ne de bir cemaatin hakkıdır. Öncelikle, bu, onun hakkı değildir. İkinci olarak böyle bir yapıya gitmek, Müslümanların birliği açısından büyük tehlikeler doğurur. Kaldı ki, bu İslâm devletini ikame edeceğim derken, kaygan bir taşa koymak gibidir. Çünkü birçok İslâmî kuruluşlar vardır. Bunların her biri kâmil görüşler bina etmişlerdir. Her biri de kendilerine ta­bi olanlara bunu zorunlu kılmışlardır. Dolayısıyla onların safına katılıp da onların görüşlerini kabul etmeyenleri kabul etmezler. Çünkü diğer kimseyi hatalı görmektedirler. Durum böyle olunca sadece bir tek İslâmî bölgede Müslümanlar arasında birçok kitleleşmeler olabilir, doğabilir. Nitekim öy­ledir de.

 

Meselâ şöyle düşünelim. Bir bölgede otuz kadar âlim vardır. Hepsinin de dereceleri aynıdır. Bunlar birçok hükümlerde ihtilaf etmektedirler. Ne­den olmasın ki? Malikîler, Hanbelîler, Şafiîler ve Hanefîler birçok hükümlerde ihtilaf etmişlerdir. Hepsi de benim delilim doğrudur, demiştir. Bunlar hiç bir zaman bir din ve takva ile itham edilmiş değillerdir. Şayet bu âlim­lerden her biri kendi görüşünde ısrar eder, kendi cemaati için bunu mecbur ve zorunlu kılarsa kendi cemaati için sadece kendi fıkhî ve amelî görüşleri­nin tamamını gerekli görürse, hiç kuşkusuz böylece otuz tane ayrı


[1]   Buharî, Enbiya, 50; Müslim, İmarat, 1842.

[2]  Maide sûresi, 5/48.

[3]  Maide sûresi, 5/44.

[4]  Maide sûresi, 5/45.

[5]  Maide sûresi, 5/47.

[6]  Nisa sûresi, 4/58.

[7]  Nisa sûresi, 4/65.

[8]  Nisa sûresi, 4/60.

[9]  Maide sûresi, 5/50.

[10]  Âl-i İmran sûresi, 3/104.

[11]  Âl-i İmran sûresi, 3/110.

[12]  Müslim, 1854.

[13]  Tevbe sûresi, 9/71.

[14]  Hac sûresi, 22/41.

[15]  Tirmizi, Fiten, 9.

[16]  Ahmet İbni Hanbel.

[17]  Kütüb-i Sitte, 17/538.

[18]  Bakara sûresi, 2/143.

[19] Âl-i İmran sûresi, 3/110.

[20] Tevbe sûresi, 9/33.

[21] Enfal sûresi, 8/39.

[22]  Müslim, Ebu Davud, Tirmizî.

[23]   Ebu Davud, İbn Mace.

[24]  Tevbe sûresi, 9/79.

[25]  Bakara sûresi, 2/178.

[26] Nur sûresi, 24/1.

 

[27] A’raf sûresi, 7/85.

 

[28]  Zümer sûresi, 39/18.

[29] Tirmizî, İbn Mace, Hâkim.

[30]  Mevdudî.