HALKIN İÇİNDE OLMAK

 

Müslüman siyasetçinin özelliklerinden biri de onun sürekli olarak halkının içinde olması, onların ihtiyaçlarının, beklentilerinin ve düşüncelerinin neler olduğunu yakından takip etmesidir. Siyasetçinin bütün bu bilgileri memurları eliyle elde etmesi mümkün olsa bile yeterli değildir. Çünkü insanlar yöneticilerini aralarında görmek ve yaşadıkları sıkıntıları yöneticilerinin bizzat yaşamasını ve sevinç ve üzüntülerini paylaşmasını isterler.

 

Bir toplumun yahut bir devletin yöneticilerinin kendisini içinde bulunduğu toplumdan soyutlayarak fildişi kulelerde yaşaması ve bu şekilde onu uzun süre yönetmesi mümkün değildir. Artık dünyada iletişim araçları geliştiği için yöneticilerin yaşantıları ve yaptıkları da gözetim altındadır. Aslında Kur’an–ı Kerim’e dikkatlice bakıldığında Cenâb–ı Hakk’ın, insanlarla beraber bulunma ve onlarla birlikte yaşamanın İslâm’ı hakkıyla yaşamaya engel olmadığını bildirdiği görülecektir.

 

Hz Peygamber (s.a.v.) Toplum Hayatının İçindeydi

 

Allah Rasûlü, bir hadislerinde ise şöyle buyururlar: “İnsanların en hayırlısı insanlara en çok faydalı olandır.” Şüphesiz ki insanlara faydalı olmak, ancak onların içinde yaşamakla mümkündür.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i, her konuda olduğu gibi, insanlarla beraber bulunma konusunda da örnek almak her Müslüman ve dolayısıyla Müslümanların yöneticileri için çok önemlidir. Rasûlullah (s.a.v.) çocukluğundan itibaren hep insanların içinde olmuş ve âhiret yurduna göçeceği ana kadar da hayatını bu ahlâk üzere devam ettirmiştir. O (s.a.v.)  çocukluğunda ve gençliğinde amcalarına ok, yay, kılıç gibi silahlar taşıyarak son Ficâr harplerine katılmıştır. Yine ileri gelenlerin anlaşması (yemini) manasına gelen ‘Hilfu’l–Fudûl’ toplantılarına, anlaşmalarına bizzat katılmış, hatta bu toplantılar için “Bugün bir kere daha olsa ben yine aynı vazifeyi seve seve yaparım.” Buyurmuştur.

 

İnsanlarla birlik olup onlarla beraber yaşama konusunda verilebilecek bir diğer örnek ise ‘Hudeybiye Anlaşması’dır. Hudeybiye, öyle bir sulh ve paylaşma örneğidir ki, Allah (c.c.) bu anlaşmayı Kur’an-ı Kerim’de: “Sana apaçık bir fetih ihsan ettik.”[1] diyerek müjdelemiştir. Sahabe de, bu sûrede geçen “fetih” kelimesinin Mekke fethi değil, Hudeybiye anlaşması olduğunu ifade ederler. Çünkü Hudeybiye anlaşması ile her kesimden insan, bir araya gelmiş, bir arada bulunmuş; müşrik, Hıristiyan, Yahudi ve münafık iç içe yaşama imkânına kavuşmuşlardır.

 

Yöneticilerin insanlarla beraber ve onlarla içli–dışlı yaşamasının, kendileri açısından birtakım olumsuz sonuçlar doğuracağı düşünülebilir. Oysa yöneticilerin insanlarla iç içe olma konusunda, kendi dinî değerlerinden ödün verme yahut da güvenlik adına bir endişesi olmamalıdır. Çünkü hiç kimse, Allah (c.c.) ile irtibatı olan âdil siyasetçiye, olumsuz bir şey bulaştıramaz ve bulaştıramamalıdır da. Siyasetçi kendini tam bir denetim altında bulundurmalı, nefsinden çok korkmalı ve kendi dininin yenilmez, sarsılmaz gücüne de inanmalıdır. Hiçbir siyasetçi müminin, İslâm’ın, Efendimiz (s.a.v.)’in ve Kur’an’ın yeterliliğinden bir şüphesi yoktur ve olmamalıdır da. ‘Acaba bize bir şey bulaştırırlar mı?’ diye korkanlar, ancak kendi dinamiklerinden şüphesi olanlardır.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de, genel ahlâkı ve görevi icabı, böyle bir endişeden uzak olarak herkesin içine giriyor, her sokakta dolaşıyor, herkesle beraber oturup kalkıyor ve her fırsatta temsil ettiği güzellikleri sergiliyordu. Hatta O’nun bu alçakgönüllü davranışları bir kısım müşrikler tarafından eleştiriliyordu. Ama Allah Rasûlü’nün vazifesi de, ister istemez O’nu başkaları ile ilişkileri geliştirmeye  itiyordu. Efendimiz (s.a.v.), tebliğ vazifesi gereği en geniş manasıyla cihadı –ki cihad, Allah ile insanlar arasındaki engellerin bertaraf edilerek temiz vicdanların Allah ile buluşturulmasıdır– hayatının gayesi haline getirmişti. Şayet cihad, o engelleri bertaraf etmekse, Allah Rasûlü insanlarla Allah (c.c.) arasındaki engelleri kaldırma adına, devamlı insanlarla beraber oluyor ve her fırsatta onlara hak ve hakikati anlatıyordu.

 

İlâhî Ahlâk ile Ahlâklanmak

 

İnsanlarla beraber yaşamak ve Hakk’ı tebliğ etmek aynı zamanda İlâhî ahlâkın da gerektirdiği bir husustur. İnsanlara dinî hakikatleri anlatmak, onlarla iç içe yaşama ve onlara yanaşma ile mümkün olabilecektir. Kudsî bir hadiste, “Kulum bana bir adım gelirse ben de ona yürüyerek gelirim; o yürüyerek gelirse ben koşarak gelirim...” Buyurulmuştur. Bu hadisten anlaşıldığı üzere, insanların Allah (c.c.)’a karşı küçük bir teveccühü, Allah (c.c.) katında büyük bir teveccühe vesile olmaktadır ki, Efendimiz (s.a.v.) de hep bu ahlâk ile hareket etmiştir.

 

İnfak İnsanı Olmak

Allah (c.c.) yolunda harcama yapmak yani infak, Müslüman siyasetçilerin önemli  özelliklerindendir. Peygamber (s.a.v.) hemen her şeyi, Allah (c.c.)’ı anlatma yolunda bir vesile olarak değerlendiriyordu. Allah Rasûlü, maddî olarak zengin değildi. Zaten hayata gözlerini fakir olarak açmıştı. Hatta bazı siyer yazarlarının dediğine göre O’na (s.a.v.)  babasından ve dedesinden kalan bir şey de yoktu. Nitekim O, cömertliği dillere destan olan dedesi Abdu’l-Muttalib’in ve geniş bir itibara sahip bulunan amcası Ebu Talib’in himayesi altında kaldıktan sonra Hz Hatice (r.a.) ile evlenmiş ve birden Mekke’nin sayılı servet sahiplerinden biri oluvermişti. Ama ne gariptir ki, yine kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla, peygamberliğin 5. veya 6. senesinde, Efendimiz (s.a.v.)’in elinde avucunda hiçbir şey kalmamıştı. Birçok hadiste ifade edildiği gibi O çoğu zaman aç yatar, aç kalkardı. Elindeki bu serveti ne yaptığı ile alakalı çok geniş bilgilere sahip değiliz. İhtimal ki insanları çağırarak, onlara yedirip içirdi ve sonra da dinini anlattı. Zaten bir şey vermeden bir şey almak da mümkün değildir. Nitekim ‘insan ihsanın kölesidir’ denilmiştir.

 

Halkın içinde olmak, artık günümüz siyasetlerinin de gereği haline gelmiştir. Siyaset biliminin günümüz verileri ve gerçekleri de artık bunu gerektirmektedir.



[1] Fetih sûresi, 48/1.