Hz MUHAMMED (s.a.v.)’in AHLÂKÎ KİŞİLİĞİ
Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayat ve kişiliğini
Müslümanlar için en iyi örnek olarak göstermiş
ve bu nedenle Ashab-ı kiram O’nun hayatını titizlikle izlemişler; bu hayatı hem
bizzat kendi yaşayışlarına örnek almışlar, hem de sonraki kuşaklara büyük bir
gayret ve itina ile taşımışlardır.
Kusursuz bir anlatım yeteneğine sahip olan Hz. Peygamber
(s.a.v.), bütün hayatı boyunca yalnızca gerçeği söylemiş ve söylediklerini
harfi harfine yaşamıştır. O, sürekli olarak tatlı dilli, güler yüzlü ve
hoşgörülü olmuş; bununla beraber, her söylediğini saygı ile dinletmeyi de
başarmıştır.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in ahlâkının en önemli özelliği,
Allah (c.c.) vergisi oluşudur. O, üstün kişiliğindeki bütün güzel özellikleri,
çalışarak, emek vererek veya bunların özel bir eğitimini alarak kazanmış
değildir. O’nun ahlâkı, Allah (c.c.) tarafından kendisine ihsan ve ikram
edilmiştir. Yüce Allah (c.c.), O’nu bütün insanların örnek alacağı hatasız,
kusursuz, eksiksiz ve seçkin bir ahlâkta yaratmıştır.
O, dünyaya gözünü açıp kapayıncaya kadar hep aynı huy ve
ahlâk üzerinde yaşamıştır. O’ndaki güzel özellikler yaratılışında vardı. O’nu
eğiten, edep ve ahlâkın en üstün özellikleriyle donatan Allah (c.c.)’dır.
İşte bundan dolayı, O’nu kendisine örnek seçen insan, O’nu
ne kadar taklit edebilirse, o kadar çok yararlanır ve O’ndan aldığı bereket de
o oranda çoğalır.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in ahlâkının en belirgin
özelliklerinden birisi de, insan yaratılışında var olan birbirine zıt ve ters
huyları en mükemmel şekilde bağdaştırıp, bütün duyguların ideal noktasını
bulmasıdır. Hiçbir şekilde aşırılığa kaçmadan, orta yola ve doğruya
ulaşmasıdır.
Bazı anlar olmuş, en cesur bir kahraman olarak, düşmanın kat
kat üstünlüğüne hiç aldırmadan, binlerce düşmana tek başına meydan okumuştur.
Fakat bu halinde bile yumuşak kalpliliğini ve merhametini geri bırakmamıştır.
Mesela bir savaş sonrası, öldürülmüş olarak gördüğü düşman çocuklarına o kadar
acımıştı ki, düşman da olsa çocukların öldürülmemesi gerektiğini, çünkü onların
suçsuz ve cennetlik olduklarını haber vermişti.
Peygamberimiz (s.a.v.), herkesin arzu edip de bir türlü
ulaşamadığı en üstün değerleri ve olgunluğu mükemmel bir şekilde ümmetine
göstermiştir ve bütün insanlığın gözleri önüne sermiştir.
O, bütün insanlığın kurtuluşu ve İslâm’ın dünyaya yayılması
gibi yüce bir amaç için zihnini yorarken; bu arada binleri bulan ve
Arabistan’ın her tarafına yayılan ümmetinin halini ve işlerini düşünürken;
çevresinde bulunan yoksul ve fakir Müslümanları hiçbir zaman unutmamış; kendi
çocuklarının eğitim ve ihtiyaçlarını da ihmal etmemiştir. Birincisini önemli
görürken diğerini küçümsememiştir.
Bu kadar ağır ve sorumluluk isteyen bir görev üzerinde
bulunduğu halde, O yine kendisini Rabbine vermiş, günlerinin ve gecelerinin
büyük bir bölümünü O’na ibadet ve zikirle geçirmiştir.
Kalbi her an Allah (c.c.)’a bağlıdır. Bu haliyle dünya ile
ilişkisini kesmiş gibi görünse de, yine O dünyanın içindedir. Bütün işlerinde
Allah (c.c.)’ın rızasını gözetmiştir.
Peygamber Efendimiz, dava arkadaşlarını (sahabileri) gözü
gibi korumuş, onlara ana-babalarından görmedikleri şefkat ve yakınlığı
göstermiş, kendi şahsına yapılan kötülük ve eziyetleri affetmiş onlardan
intikam almayı düşünmemiştir. Kendisini öldürmek için tuzak kuranları
yakaladığında serbest bırakmış, Ama Allah (c.c.) düşmanlarını asla
bağışlamamış, onların yakasını bırakmamıştır.
İnancı bozuk, fakat dışarıdan Müslüman gibi gözüken
münafıkların kalbine sürekli olarak Cehennem korkusunu vermiş, ahiretteki acı
hallerini hatırlatmıştır.
İslâm toprakları, güneyde Yemen’e ve kuzeyde Suriye ve
İran’a dayandığı sırada Peygamberimiz (s.a.v.), Arabistan’ın hakimi idi. Savaş
sonrası düşmanın bırakıp gittiği mallar (ganimetler) mescidin içini
doldururken, en kıymetli mallar Müslümanların ellerine geçtiği halde, yine O
kuru bir hasırın üzerinde yatacak kadar engin ruhlu; içerisi ot dolu bir
yastığa yaslanacak kadar mütevazi; her türlü imkan varken açlık sıkıntısı
çekecek kadar tok gönüllü ve kanaatkâr idi.
Hz. Ömer (r.a.)’in ‘Bizans kralı ve İran şahı dünya
nimetleri içinde yüzerken, Resûlullah kuru hasır üzerinde yaşıyor’ diyerek
ağlaması üzerine, sahabisinin gönlünü hoş tutan yüce Peygamberimiz (s.a.v.):
“Ey Ömer, varsın
Kisra ve Kayser dünya nimetlerinden zevklerini alsınlar, keyif sürsünler.
Ahiret nimetleri bize yeter.” diyerek tevekkül ve rızasını dile
getiriyordu.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in ahlâkı bir meleke halindeydi, öz
olarak vardı. Güneş nasıl doğası gereği ışık saçar ve dünyayı ısıtır; çiçekler
nasıl renk ve kokularıyla çevreye güzellikler sunarsa; ağaçlar nasıl türlü
meyveler verir, yaratılışlarında var olanları ortaya çıkarırsa; Hz. Muhammed
(s.a.v.)’in ahlâki hayatı da o şekilde normal bir seyir içinde sürüp gidiyordu.
Öyle ki, her gören, Peygamberimiz (s.a.v.)’in o faziletle
birlikte yaratıldığı kanaatine varırdı. Hiç kimse O’ndan fazilete aykırı bir
şeyin görüleceğine inanmazdı. O her zaman muhtaçlara yardım eder; zayıfları
korur; tatlı sözlü, güler yüzlü bulunur; izzet ve vakarını muhafaza eder;
tevazu ve hoşgörüsünü hiç kimseden esirgemezdi.
Güneş nasıl ki, Allah (c.c.)’a inananın da, inanmayanın da
üzerine doğuyorsa, Peygamberimiz (s.a.v.)’in dünyayı kaplayan şefkati de
küçük-büyük, genç-ihtiyar, müslim-gayri müslim herkese aynı şekilde yayılırdı.
İşte Hz. Muhammed (s.a.v.), Allah (c.c.) tarafından ‘ebedi risalet’ ile görevlendirilmiş
olmak bakımından en büyük ayrıcalığa sahip olması yanında, hem bir insan ve kul
olarak ve hem de kendi deyimiyle “ahlâki
güzellikleri tamamlamak için gönderilmiş” bir rehber olarak bütün ömrünü
erdemli yaşamaya adamış olması bakımından da en seçkin insandır ve bu yüzden
‘üsve-i hasene’ (güzel örnek)’dir. Yani O’nun ayrıcalığı, yasalar üstü
olmasından değil, getirdiği ilkelere titizlikle uymasındandır.
O’nun en yüksek ve örnek erdemlerinden biri de kendisini
asla yasalar üstü görmemesidir. Kur’an birçok kez O’na, kendisine vahyedilen
hükümlere uymasını emretmiştir. Kur’an’ın O’na verdiği bir talimat olan “Ben Müslümanların ilki olmakla emrolundum” şeklindeki
ifade, O’nun diğer bir çok konuda olduğu gibi, ahlâk ve fazilette de bir öncü
ve örnek olmasını gerektirir. Bu sebepledir ki Kur’an’daki bir çok emir ve
yasaklar doğrudan O’na hitap eder.
Tasavvuf literatüründe Peygamber ahlâkının, şekil yönünden
çok derinlik ve manevi boyutunun ağırlık kazandığı görülür.
Peygamber ahlâkının hikmet yönü ise daha çok İslâm
filozoflarının ilgisini çekmiştir. Yani bir fakihin ahlâk anlayışında,
davranışların biçim yanı ağırlık kazanırken, yine bir tasavvufçunun gözünde
nefsin tezkiyesi, iç arınma ön plana geçerken, bir filozofun ahlâk tefekküründe
zihnin geliştirilmesi, aklın hikmete açılması yoluyla üstün mutluluğa
ulaşılması amaçlanmıştır.
Asr-ı
Saadette İslâm, M. Çağrıcı.