HIRS

 

‘Hırs’, herhangi bir şeye karşı aşırı istekli ve düşkün olmak, açgözlülük, onu elde etmek için aşırı uğraşmak, ondan başka bir şey düşünmemek [1] anlamlarındadır.

 

Hırs, daha çok insanın mal elde etmek ve zenginlik arzusu ile makam ve mevki sahibi olmak arzuları üzerinde görülür.

 

Mal ve mevki, dünyanın iki temelidir. Mal, insana yararlı eşyaya hakim olmak, mevki ise; saygısı ve itaati arzu edilen gönüllere hakim olmaktır. Zengin arzularını karşılamak için paralara (binlere, milyonlara, milyarlara) altına ve gümüşe malik olur. Mevki sahibi de hakim olduğu gönülleri kendi arzusu doğrultusunda kullanır. Demek ki, makamın anlamı: İnsanların gözünde değer sahibi olmak, kendisinin olgun ve değerli olduğuna gönülleri inandırmaktır. Bu inanç, gönüllerde ne denli güçlü olursa kişinin gönüllere hakimiyeti de o kadar güçlü olur. Kişi, gönüllere hakim olduğu ölçüde sevinir, mevki sevgisi artar.

 

Makamın (mevkiin) ürünleri: Övülme, hizmet, yardım, saygı, meclislerde başta oturma, her yerde öne geçme ve benzeri şeylerdir. Makamın kalbe yerleşmesinden bu yararlar doğar. Makamın kalbe yerleşmesi demek, kalbin bir kişide ilim, ibâdet, güzel huy, soy temizliği, velîlik, yüz güzelliği, beden güçlülüğü ve halkın değer verdiği benzeri olgunluk sıfatlarının bulunduğuna inanmasıdır. Bu sıfatlar, kişiye, gönüllerde değer verilmesini, mevkiinin yerleşmesini sağlar.

 

İnsan, yaratılışı gereği malı sevdiği gibi makamı da sever. Çünkü makam, maldan da etkilidir. Bundan dolayı insan, maldan çok makamı ister.

 

İnsanın bu iki eğilimi, eğer ölçülü ve kontrollü olursa zarar vermez, hatta maddeten ve manen yararlı olur. İnsana, ihtiyacını gidermek için belirli bir miktar mal gerekir. Makam da öyledir. Yaşamak için yemeğe ihtiyaç olduğu gibi yardım edecek arkadaşa, yol gösterecek hocaya, haksızlık ve saldırıdan koruyacak bir devlete de ihtiyaç vardır.

 

Hizmetçinin gönlünde onu kendisine hizmet etmeğe yöneltecek kadar, arkadaşın gönlünde de onu kendisine arkadaşlık ettirecek kadar bir sevginin bulunması; hocasının kalbinde de irşâda yönlendirecek kadar bir değerin bulunması kötü değildir. Öyle olmazsa insanın ne hizmetçisi hizmet eder, ne arkadaşı arkadaşlığını sürdürür, ne da hocası kendisini irşad eder.

 

Demek ki, mal gibi gayelere erişme aracı olan makam da kötü değildir. Ancak bunların bizzat kendilerini sevmemeli, bunları gaye değil, gayeye ulaşmak için araç bilerek, kendisine lâzım olacak kadar mal ve makam almalı, sınırı aşmamalı; bunları elde etmek için helâl, harâm demeden her çareye başvurmamalı, ancak mübâh ve meşru vasıtalarla mal ve mevki kazanmalıdır. Şayet bu iki eğilim, nefis gibi kendi başına bırakılırsa insanı insanlığından çıkarıp, gözünün iliştiği her canlıyı parçalayan vahşi bir canavar yapar.

 

Makam ve mevki hırsı iki yolla tedavi edilebilir: Bunlar ilim ve ameldir. İnsan ilmen ne için mevki sahibi olmaya çalıştığını düşünmelidir. İnsan, diğer insanların gönüllerine hakim olmak ve onları kendi yararında kullanmak için mevki sahibi olmak ister. Fakat bütün arzularını elde etse de kuşkusuz bir gün ölecek ve elde ettiklerini geride bırakacaktır. O halde mevki kendisine ölümden sonra yarayacak kalıcı işlerden değildir. Yeryüzündeki bütün insanlar kendisine  secde etmiş olsa bile elli yıl sonra ne secde eden kalır, ne de secde edilen. Kendisinin hali de daha önceki mevki sahiplerinin hali gibi olur.

 

İşte insan bunu düşünürse, şu geçici şeyler uğruna, kendisine sonsuz hayatın mutluluğunu sağlayacak dini bırakmanın doğru olmadığını anlar. Kim gerçek kemal ile hayalî kemali birbirinden ayırırsa onun gözünde mevkinin değeri küçülür. Bu da ancak âhirete, gözüyle görür gibi, ölüm vuku bulmuş gibi bakanlarda olur. Fakat insanların çoğunun gözü zayıftır, sadece şu dünyayı görür, ötesini göremez. Öyleleri dünyayı âhirete yeğlerler. Bunu için Yüce Allah buyurmuştur: “Hayır siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ki ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır!” [2] 

 

“Hayır, siz şu çabuk geçen (dünyay)ı seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz.” [3]

 

“Bunlar, şu çabuk geçen (dünyay)ı seviyorlar da önlerindeki ağır bir günü bırakıyor (ihmal ediyor)lar.” [4] buyurmuştur.

 

Öyle ise insan, makamın (mevkinin) âfetlerini ilim bakımından değerlendirerek mevki hırsından kurtulabilir. Mevkinin, âhiret tehlikelerinden ayrı olarak, dünya tehlikelerini de unutmamalıdır. Her makam sahibine mutlaka hased edilir, işkence edilmesi istenir. Makam ve iktidarlarına haset edildiğinden dolayı birçok padişah ve kral öldürülmüştür. Bunun için mevki sahibi, sürekli olarak mevkiini kaybetme korkusu içindedir. İnsanlar yanındaki itibarını kaybetmekten korkar. Gerçekten herhangi bir olayla birden bire gönüllerdeki itibarını kaybeder, mevkiinden atılır, tutuklanır, hattâ işkence edilir, öldürülür. Lüks ve saltanat ile yaşayan nice devlet başkanlarının, başbakanların, sonunda bir ihtilal ile hapse atıldıkları, işkence ve idam edildikleri herkesin bildiği bir gerçektir.

 

Bu, mevki hırsını ilim yoluyla tedâvi yöntemidir. Amel yani eylem yoluyla tedâvi yöntemine gelince: Gazâli, bu konuda da şunları söylüyor:  ‘Halkın gözünden düşmek için halkın hoşuna gitmeyen, kişinin kınanmasına yol açacak işler yapmaktır. Halk tarafından kınanmakla kabul lezzetinden ayrılır, reddedilmenin, itilmenin ezikliğine alışır, Yaratıcının kabulü ile yetinir. Bu usul, melâmiyetiyye usulüdür. Onlar, halkın gözünden düşmek için görünürde çirkin işler yapmışlardır. Ancak kendisine uyulan müslüman toplum önderlerinin böyle bir davranış yapması caiz değildir. Çünkü bu davranış dinin itibarının sarsılmasına yol açar. Toplum lideri olmayan ise, harâm olan şeye yanaşmaz. Ancak halkın hoşlanmadığı mübah  şeyleri yapabilir. Rivayete göre krallardan biri, zâhidlerden birini meclisine almış, ona saygı göstermiş. Zâhid, kralın  kendisine itibar ve yakınlığını fark edince (itibar hırsından kurtulmak için) yemek ve bakla istemiş ve oburca lokmaları büyük yaparak yemeğe başlamış. Kral onu böyle görünce gözünden düşürmüş ve ondan yüz çevirmiş. Zâhid krala: ‘Seni benden çeviren Allah (c.c.)’a hamd olsun!’ demiş.

    

Kimi de halka şarap içiyor zannını verip onların gözünden düşmek için şarap rengi bardak ile helâl içki içmiştir. Fakat fıkha göre bunun da caiz olup olmadığı kuşkuludur. Ancak hal erbabı (tasavvufçular), kalplerin düzelmesine yararlı görülürse nefislerini, fakihlerin görüşlerine aykırı usullerle de tedâvi ederler. Sonra kusur şeklinde görünen bu işlerini telâfi ederler.  Onlardan biri zühd (köşesine çekilmiş ibadet) ile meşhur olup halkın kendisine yönelişini ve değer verdiğini  görünce hamama girmiş, başkasının elbisesini giyip çıkmış, yolda durmuş, kendisini tanımışlar yakalamışlar, dövmüşler, elbiseyi geri almışlar ve: “Bu soyguncudur!” deyip artık itibar etmemişler.

 

Bediu’z-Zaman Said Nursî şöyle diyor:

‘Evet, hırs, zîhayat âleminde en geniş bir daireden tut, tâ en cüz'î bir ferde kadar sû-i tesirini gösterir. Tevekkülvâri taleb-i rızık ise, bilâkis medar-ı rahattır ve her yerde hüsn-ü tesirini gösterir. İşte, bir nevi zîhayat ve rızka muhtaç olan meyvedar ağaçlar ve nebatlar, tevekkülvâri, kanaatkârâne yerlerinde durup hırs göstermediklerinden, rızıkları onlara koşup geliyor. Hayvanlardan pek fazla evlât besliyorlar. Hayvânat ise, hırsla rızıkları peşinde koştukları için, pek çok zahmet ve noksaniyetle rızıklarını elde edebiliyorlar.

 

Hem hayvânat dairesi içinde zaaf ve acz lisan-ı hâliyle tevekkül eden yavruların meşru ve mükemmel ve lâtif rızıkları hazine-i rahmetten verilmesi ve hırsla rızıklarına saldıran canavarların gayr-ı meşru ve pek çok zahmetle kazandıkları nâhoş rızıkları gösteriyor ki, hırs sebeb-i mahrumiyettir; tevekkül ve kanaat ise vesile-i rahmettir.

 

Hem daire-i insaniye içinde her milletten ziyade hırsla dünyaya yapışan ve aşk ile hayat-ı dünyeviyeye bağlanan Yahudi milleti, pek çok zahmetle kazandığı, kendine faydası az, yalnız hazinedarlık ettiği gayr-ı meşru bir servet-i ribâ ile bütün milletlerden yedikleri sille-i zillet ve sefalet, katl ve ihanet gösteriyor ki, hırs maden-i zillet ve hasârettir.’ [5]

 

Ticarette hırs, daha çok kazanmak, kısa zamanda ticari hayatta büyük mesafe almak, komşu ve meslektaşlarından çok daha iyi konumda olmak, herkesin kendisinden daha aşağılarda olmasını istemek şeklinde ortaya çıkar. Sonuçları itibariyle başka insanlardaki hırs ile ticaret insanındaki hırs aynıdır.

 

Hırs Hastalığından Kurtuluş Yolu

 

Makam ve mevki hırsından kurtulmanın en etkili yolu, halktan ayrılmak, kendisine değer verilmeyecek yere gitmektir. Çünkü insan, meşhur olduğu kentte bir köşeye çekilirse ‘uzlet’inden dolayı halk arasındaki itibarı daha da artar. Kendisi belki bu itibarı sevmediğini sanır ama aldanır. Gerçekte nefis, umduğunu bulduğu için dinmiş, yatışmıştır. Şayet halkın kendisine karşı düşünceleri değişip, kendisini kötülemeğe, ya da kendisine uygunsuz bir şey yapmağa kalksalar, nefsi bundan sızlanır, hatta belki de özür dileyerek kuşkular üstünden kaldırmağa çalışır. Belki kuşkuları atmak için yalana da başvurur. Böylece hâlâ onun, makam ve itibara tutkun olduğu ortaya çıkar.

                            

Makam ve mevki sevgisi, mal sevgisi gibi, hatta ondan da kötüdür. Çünkü makamın fitnesi (zararları), malın fitnesinden (zararlarından) büyüktür. Kişi, insanlardan bir şey umduğu sürece insanların gözünde itibarlı olmaktan vazgeçemez. Ama kendi kazancıyla yahut başka bir yönden rızkını sağlar da insanlardan bir şey ummazsa kimseye değer vermez. İnsanların gönüllerinde itibarlı olup olmamayı düşünmez. Uzak Doğuda hiç tanımadığı, görmediği insanlardan nasıl itibar beklemezse, bildiği, tanıdığı kimselerden de itibar beklemez. Bu duruma ancak kanaat ile varılır. Kanaat eden, insanlara muhtaç olmaz. Muhtaç olmayınca da kalbi başkalarıyla meşgul olmaz. İnsanların, kendisine itibar edip etmemelerine de hiç değer vermez.

 

Ancak kanaat ve tamahı kesmek suretiyle makam ve mevki hastalığı tedavi edilebilir. Bu konuda mevki tutkusunu kötüleyen, tevazuyu öven haberler, selefin, ezilmeyi, alçak gönüllüğü onurlanmağa tercih edip ahiret sevabını umduklarını düşünmek de mevki hırsını bırakmaya yardımcı olur. [6]

  

Hırs hastalığının tedavisi kanaat ile mümkündür. Kanaat güzel ahlâkını kazanan kimse hırs hastalığından kurtulmuş demektir. Kanaat güzel ahlâkını yaşayan kimse aşağıdaki reçeteyi uygulayacak demektir.   

 

Kanaatkâr olmayı sağlayan reçete; sabır, ilim ve çalışma unsurlarından meydana gelmektedir. Bu unsurların tamamı ise şu beş madde toplanmaktadır:

1.     Çalışma ve geçim sağlamada mutedil olmak ve az harcamak: kanaat şerefini kazanmak isteyen kimsenin, nefsinin isteklerini mümkün oldukça kısması ve onun olması gereken yerde tutması gerekir. Çünkü harcaması çok olan kimsenin yalnız bile olsa kanaatkâr olması mümkün olmaz. Kaba bir elbiseyle, her hangi bir yiyecekle yetinmesi, mümkün oldukça katıkları azaltması ve kendisini buna alıştırması gerekir. Eğer ailesi varsa onları da bu miktara alıştırmalıdır. Az bir gayretle buna alışılabilir. Ölçülü isteklerde bulunmak, maişetin temininde mutedil olmak da yine bu sayede mümkün olur. Az harcamak kanaatin temelidir.

 

Allah’ın elçisi şöyle buyurmaktadır: “Allah her hususta ölçülü olmayı sever.” [7]

 

“Tutumlu olan kişi fakir olmaz.” [8]

 

“Üç şey kurtuluşa vesiledir: Gizli ve açıkta Allah’tan korkmak. Varlıkta ve yoklukta tutumlu olmak. Hoşnut iken de kızgın iken de adaletli olmak.” [9]

 

Rivayete göre bir adam Ebû Derdâ’yı (r.a.) yerden tane toplarken gördü. Bir yandan da şöyle diyordu: Maişetinde ölçülü olman senin anlayışının yüksek olduğunu gösterir.

 

İbn Abbas’ın (r.a.) naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ölçülü olmak, güzel ahlâk ve güzel davranış nübüvvetin yirmi küsur cüzünden biridir.”

 

Yine şöyle bir hadis rivayet edilir: “Tedbirli olmak ve uzak görüşlülük maişetin yarısıdır.” [10]

 

Konuyla ilgili başka hadisler de mevcuttur: “Tutumlu olan kimseyi Allah zengin eder. Saçıp savuranı ise yoksullaştırır. İsmini zikreden kimseyi ise Allah sever.” [11]

 

“Bir iş yapmak istediğinde Allah sana bir çıkış yolu açıncaya kadar temkinli olman gerekir.” [12]

 

Konuyla ilgili hadislerin de gösterdiği gibi harcamada temkinli olmak çok önemli bir husustur.

 

2- Yeterli Miktarda Malı Varken İstikbal İçin Tasalanmamak: Geleceğe yönelik planlarının az olması ve hırslı olmasa da takdir edilen rızkın mutlaka kendisine ulaşacağına kuvvetle inanması, bu konuda kişiye yardımcı olacaktır. Çünkü hırslı olmak rızkın ulaşmasını sağlamaz. Yüce Allah’ın şu vadine güvenmek gerekir: “Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı yalnızca Allah’a aittir.” [13]

 

Şeytan insana fakirliği hatırlatır ve ahlaksızlığı emreder.‘Eğer mal biriktirmezsen hasta veya aciz olup başkalarından isteme zilletine katlanmak durumunda kalabilirsin’ der. Böylece kişiyi fakirlik korkusuyla ömrü boyunca talepleri peşinde koşturarak yorar. Sonra da gelecek endişesiyle Allah (c.c.)’tan gafil kalan kişinin katlandığı meşakkate bakıp güler. Halbuki belki de gelecekte o kişi için fakirlik hiç söz konusu olmayacaktır. Bu konuda bir şair Mütenebbî şöyle demiştir:

 

Fakir düşmekten ürküp durmadan mal toplayan insan, Mesai yapmasın beyhûde, yok bir farkı yoksuldan.

                                                                         

Ashab-ı kiramdan Halit’in iki oğlu Hz. Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna girmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara şöyle dedi: “Başınız hareket ediyor olduğu (yaşadığınız) müddetçe rızkınızdan ümit kesmeyin. Çünkü anası insanı üzerinde hiçbir şey olmayan bir et parçası olarak doğurur da sonra Allah onu rızıklandırır.” [14]

 

Bir defasında Hz. Peygamber (s.a.v.) İbn Mes’ûd (r.a.)’a uğramıştı. Onu üzgün gördü. Bunun üzerine ona şöyle buyurdu: “Çok tasalanma! Takdir edilen olur, nasibin sana gelir.” [15]

 

Başka bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Ey insanlar! İsteklerinizde ölçülü olunuz! Çünkü her kula ancak takdir edilen şey vardır. Hiçbir kul, kendisine takdir edilen dünyalığa ulaşmadan dünyadan gitmeyecektir.” [16]

 

Allah (c.c.)’ın, kulların rızkını takdir ettiğine tam bir tevekkülle inanmadıkça insan hırstan kurtulamaz. Bu ise sadece ölçülü talepte bulunmakla mümkün olur. Hatta Allah (c.c.)’ın kulunu hiç düşünmediği bir şekilde rızıklandıracağını bilmek gerekir. Nitekim Yüce Allah buyurur: “Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona beklemediği yerden rızık verir.” [17]

 

Maişetinin geldiği bir kapı kapanmışsa bundan dolayı üzülmemelidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah mümin kulunu hiç beklemediği yerden rızıklandırır.”

 

Süfyan es-Sevrî (r.a.): ‘Allah’tan kork! Takva sahibi kimseyi muhtaç olarak görme!’ demiştir. Yani Allah (c.c.) takva sahibi kimseyi zaruri ihtiyaçlarından mahrum bırakmaz. Aksine Müslümanların kalplerine o kimsenin rızkını ulaştırmalarını ilham eder.

 

Mufaddal ed-Dabbi bir bedeviye sormuş:

- Geçimini nasıl sağlıyorsun?

Bedevi:

- Hacıların adağıyla geçiniyorum.

- Ya onlar döndüklerinde?

Bedevi ağlamış ve şu cevabı vermiş:

- Maişetimiz sadece bildiğimiz yerlerden gelseydi geçinemezdik.

 

Ebû Hazim (r.a.) şöyle buyurur: Dünya malının iki şeyden oluştuğunu gördüm: Biri benim nasibimdir. Yer ve gökte bulunan bütün güçlerle elde etmeye çalışsam da onu vaktinden önce ele geçiremem. Diğeri ise başkalarının nasibidir. Ona geçmişte ulaşamadığım gibi gelecekte de ulaşmak için çabalamam. Başkasına takdir edilen şeyin bana, bana takdir şeyin de başkasına ulaşması engellenmiştir. O halde bu iki kısımdan her ikisi için de ömrümü harcamam uygun değildir.

 

Zikrettiğimiz bu şeyler, şeytanın fakirlikle ilgili insana verdiği kuruntu ve vehimlerden korunmak için gerekli olan bir ilaç gibidir.

 

3-     Kanaate İnsanlara İhtiyaç Duymama Şerefi, Hırs ve Tamahkârlıkta İse

Zilletin Olduğunu Bilmek: İnsan bunun idrakinde olunca kanaate olan rağbeti artar. Çünkü hırslı olduğunda yorgunluktan, tamahkâr olduğunda ise zilletten kurtulamaz. Kanaatte sadece nefsin isteklerine ve konforun mahrumiyetine sabretme zorluğu vardır. Çekilen bu zorluğu sadece Allah (c.c.) bilir. Dolayısıyla onda ahiret sevabı vardır. Hırs ve tamahkârlık ise insanların gördüğü hususlardandır, dolayısıyla vebal içerirler. Bu sebeple hırs ve tamahı çok olanın insanlara olan ihtiyacı da çok olur. Böylece onları doğruya çağırma imkânı kalmaz. Onlara yaltaklanmak zorunda kalır ve neticede dini mahvolur.

 

Haysiyetini korumayı işkembesinin isteklerine tercih edemeyen kişinin aklı zayıf, imanı eksiktir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Mü’minin şerefi insanlara ihtiyaç duymamasıdır”

 

Kanaatte hürriyet ve şeref vardır. Bu konuyla ilgili olarak şöyle bir söz söylenmiştir: Hiçbir ihtiyacını bildirmediğin kimsenin dengi olursun. İhtiyaç duyduğun kimsenin esiri olursun. İhsanda bulunduğun kimsenin ise emiri olursun.

 

4-     Karşılaştırma Yapmak: Yahudiler, Hıristiyanlar, rezil insanlar, haşin tabiatlı

ahmak bedeviler ile dini ve aklı olmayan kimselerin nimet içinde olduklarını düşünmek ve sonra da peygamberler, veliler, Raşit halifeler, sahabe ve tâbiûnun durumlarına bakıp sözlerine kulak vermek, hallerini incelemek, böylece rezil insanlara benzemekle Allah (c.c.) katında yaratılmışların en şereflisine uymak arasında bir tercih yapmak. Bu sayede kişinin fakirliğe sabretmesi ve azla kanaat etmesi kolaylaşır. Çünkü işkembesinin rahatına düşkün olsa eşek ondan daha çok yemektedir. Cinsel zevklere düşkün olsa bu hususta domuz ondan daha ileridedir. Elbise ve bineğe merak sarsa Yahudiler içinde ondan daha süslü olanlar vardır. Ama aza kanaat etse ve aza razı olsa ona peygamber ve velilerden başka kimse ortak olamaz.

 

Mal Toplamaktaki Tehlikeyi Anlamak: Mal; hırsızlık, gasp ve telef olmak gibi endişelerin kaynağıdır. Halbuki elde mal olmadığında kişi bu endişelerden uzak ve emin olur. “Malın Zararları” bölümünde zikrettiğimiz noktaları düşünmek de bu konuda yardımcı olur. Ayrıca mal sahibi kimsenin cennetin kapısında beş yüz sene bekleyeceğini de göz önünde bulundurmalıdır. Kendisine yetecek kadarla yetinmeyen kimse zengin sınıfından sayılır ve fakirlerin kaydı silinir.

 

Kişi dünyevi açıdan kendisinden yüksek olanlara değil, daima düşük olanlara bakmalıdır. Ancak şeytan insanın bakışlarını hep dünyevi açıdan daha iyi yaşayan kimselere çevirir ve ‘Mal sahibi olanlar yiyecek ve giyeceklerin lüksü içinde yüzerken niçin sen mal kazanmakta tembellik ediyorsun?’Der. Öte taraftan din  konusunda onun bakışını kendisinden daha düşük olan kimselere çevirerek şöyle der: Allah (c.c.)’tan korkarak kendini zora sokma! Bak, falanca senden daha âlim olduğu halde böyle yapmıyor bütün insanlar safa sürmekle müşguller. Niçin sen onlar gibi olmayasın?

 

Ebu Zer (r.a.) şöyle buyurmuştur: Benim dostum (s.a.v.) bana dünyevi açıdan benden yüksek olanlara değil, daha düşük olanlara bakmamı tavsiye etti. [18]

 

Ebu Hureyre’nin (r.a.) rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Sizden biri Allah’ın mal ve yaratılışça kendisine üstün kıldığı bir kimseyi gördüğünde hemen kendisinden daha düşük olan kimselere baksın.” [19]

 

Bu sayılanlar sayesinde kişi kanaatkar olabilir. Özetle bunun temeli sabretmek ve istikbale dair temennilerin az olmasıdır. Ayrıca dünyada sabretmenin nihayet birkaç gün olduğunu, bunun sayesinde sonsuz ahiret faydasının elde edileceğini bilmek, şifa beklentisiyle acı ilacı içmeye sabreden hasta konumunda bulunulduğunu bilerek hareket etmek gerekir. [20]     

 



[1] Ahlâk Lügatçesi, Ö. N. Bilmen.           

[2] A’lâ sûresi, 87/16-17.

[3] Kıyâmet sûresi, 75 /20-21.

[4] İnsan sûresi,76/27.

[5] Mektubat, Bediuzzaman Said Nursî.

[6] İhya, Gazâli.

 [7]  Buharî ve Müslim.

[8] Ahmed ve Taberanî.

[9]  Taberanî ve Beyhakî.

[10]  Ebu Mansur Deylemî.

[11]  Deylemî.

[12]  Bezzar.

[13]  Hud sûresi, 11/6.

[14]  İbnu Mace.

[15]  Et-Terğib ve’t-Terhib, İsfehanî.

[16]  Hakim.

[17]  Talak sûresi, 65/3.

[18]  Ahmed.

[19]  Buhari ve Müslim

[20]  Cimrilikten Korunmak, Gazali.