ADALET
‘Adalet’, sözlükte eğri bir yoldan doğru bir yola yönelmek, eşit ve dengeli olmak, dengede tutmak, dengelemek ve tartmak gibi anlamlara gelir. Bundan dolayı da adaleti resimle ifade etmek gerektiğinde ‘terazi’ resmi kullanılır.
Kavram olarak adalet, ‘davranış ve hükümde doğru olmak, ölçülü hareket etmek, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak, hakkı layık olana vermek, haksızlıktan kaçınmak, herkese eşit davranmak, haklıyı haksızdan ayırmak ve haksıza hak ettiği cezayı, ne eksik ve ne de fazla olmaksızın hak ettiği kadar vermek’ anlamlarına gelmektedir.
Bu özelliği kendisinde taşıyan kimseye de ‘Âdil’ denilir. Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinden (Esmaü’l-hüsna) biri de yine bu sıfatı ifade eden ‘Adl’dir.
Ayet-i Kerime’de buyurulur: “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutun; kendiniz, ana-babanız ve akrabalarınız aleyhinde de olsa, Allah için şahitlik eden kimseler olun. Onlar zengin de olsalar, fakir de olsalar, Allah onlara sizden daha yakındır. Duygularınıza kapılıp adaletten ayrılmayın. Lafı eğer-büker yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız bilin ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”
İslâm ahlâkçılarına göre adalet, bireysel ve toplumsal yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlâki erdem, diye tarif edilmiştir.
Adalet, hem bir ahlâkî erdem, hem hukukî bir kural ve hem de felsefi bir ilke olarak ilk insan ve ilk peygamber zamanından beri bütün dünyada kullanılmakta ve bilinmektedir.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerime’de buyurur: “Bundan dolayı insanları tevhid inancına davet et ve emir olunduğun gibi dosdoğru ol! Onların keyiflerine uyma! Ve de ki: Ben Allah’ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda Adaleti gerçekleştirmekle emir olundum....”
Buna göre adalet, başkalarının gelişi-güzel istek ve yönlendirmelerinden etkilenmeyen, istikrarlı bir doğruluk ve ahlâk kurallarına uymakla gerçekleşen ruhsal denge ve ahlâki olgunluktur. İtidal ve adalet kavramlarıyla ifade edilen bu denge ve olgunluğun oluşması sonucu, insanın davranışları da tüm aşırılıklardan uzak olacaktır.
Kur’an-ı Kerim’e göre adaletin ölçüsü yahut dayanağı hakkaniyettir. Hidayete hak sayesinde ulaşılabileceği gibi adalet de hakka uymakla sağlanır.
Hak, objektif bir kavram ve sabit bir kanun ilkesidir. Bir hak konusunda hüküm verilirken, hakkın kendi lehine hükmedilmesi halinde bundan memnun olan, fakat aleyhine hükmedilmesi durumunda bu hükmü tanımayan insanlar için âyette “İşte bunlar zalimlerdir” Denilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de hak ve adaletin mutlak olduğu öylesine defalarca vurgulanmıştır ki bizzat Allah (c.c.)’ın ahirette hiçbir haksızlığa fırsat verilmeyecek şekilde adaletle hükmedeceği ve O’nun bu vadinin kesin olduğu bildirilmiştir. “...Onlar azabı görünce pişmanlıklarını açıklarlar, aralarında adaletle hükmedilir ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.”
“Kıyamet günü doğru teraziler koyacağız; hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğramayacaktır. Bir hardal tanesi ağırlığında olsa bile yapılan her ameli ortaya koyarız. Hesap gören olarak biz yeteriz.”
Her hafta kılınan Cuma namazının hutbesinde, hatiplerin hutbeden inmeden önce okudukları son âyet-i kerime, üç şeyi yapmayı ve üç şeyden de sakınmayı emrediyor: “Allah (c.c.) adaleti, ihsanı (iyiliği ve güzel davranmayı) ve akrabaya (yardım edip) vermeyi emreder; fahşadan (aşırılıktan), kötülükten ve azgınlıktan men eder. Tutasınız diye size öğüt verir.”
Âyetlerde emredilen adaletin kapsamı oldukça geniştir. İnsan hayatının her alanında, davranışlarda, hüküm ve karar vermede, insanların haklarını vermede, sevmede ve ilgi göstermede, yönetim işlerinde ve eğitimde dosdoğru hareket etmek, düzgünce iş yapmak ve herkesin hakkını vermek adalettir.
İslâm, adalet ahlâkını, dini bir emir ve toplumsal düzenin temeli olarak görmüş, adaletle davranan ‘adil’ kimseleri övmüş, adaletten ayrılarak haksızlık yapan ve zulme sapmış olan zalimleri de hem kötülemiş ve hem de can yakıcı bir azapla tehdit etmiştir.
Peygamber Efendimizin Adaleti
Peygamberimiz (s.a.v.), dünya işlerinden elini çekmiş ve toplumsal hayattan uzak duran birisi değildi. O, gençlik yıllarında Mekke’de bulunan kabilelerle birlikte yaşıyor, peygamber olduktan sonra da çeşitli kabile ve milletlerle iç içe buluyordu. Bu kabileler zaman olmuş boğaz boğaza gelmişler, kan dökmüşler, birbirleriyle çarpışmışlar ve yıllarca savaşmışlardı. Uzun yıllar aralarında süregelen kan davaları ve düşmanlık nedeniyle bunlardan birinin hoşuna giden bir hareket, öbürünü rahatsız ediyordu.
İşte Peygamberimiz (s.a.v.), birbirine düşman olan bu kabileler arasında hak dini yayarken onların kalplerini kazanıyor, aralarında hak, adalet, insaf ve kardeşlik filizleri yeşertiyordu. Fakat bütün bunları yaparken zerre kadar hak, adalet ve insaftan ayrılmıyordu.
Arapların nüfuzlu ve zengin olanları, toplum içinde kendilerine ayrı bir yer ayırır, kendilerini üstün görür, başkalarına, özellikle kimsesiz ve fakir kimselere yaptıkları baskıların kendilerine yapılmasına dayanamazlardı.
Mahzûmi kabilesinden bir kadın hırsızlık yapmıştı. Kureyşliler soylu bir kabileden olan bu kadının cezalandırılmasını istemiyorlardı. Üsâme bin Zeyd’i Peygamberimiz (s.a.v.) çok seviyordu. O’nu kırmayacağını biliyorlardı. Üsâme (r.a.)’yi Peygamberimizin bu kadına ceza vermemesi için rica etmek üzere gönderdiler. Peygamberimiz (s.a.v.), Üsâme’ye şöyle buyurdu: “İsrailoğulları bu gibi taraf tutmaları yüzünden helak oldular. Bunlar fakirlerine en şiddetli cezaları verirken, nüfuzlu ve zengin olanlarına ceza vermezlerdi.”
Peygamberimiz (s.a.v.), adaleti uygularken insanlar arasında din farkı da gözetmezdi. Hak sahibi bir Hıristiyan da olsa, Yahudi de olsa, Müslüman’dan hakkını alır ve kendisine verirdi.
Sahabilerden Ebu Hadrad (r.a.), bir Yahudiden bir miktar borç almıştı. Borcun vadesi gelmiş ve Yahudi de ısrarla alacağını istiyordu. Fakat Ebu Hadrad (r.a.)’ın sırtındaki elbisesinden başka bir malı yoktu. O sırada Peygamberimiz (s.a.v.) Hayber savaşı için hazırlık yapıyordu. Bu sefer Yahudilerin üzerine yapılacaktı. Konu Peygamberimiz (s.a.v.)’e iletildi. Ebu Hadrad (r.a.), Yahudi’den biraz süre istediyse de Yahudi buna razı olmadı. Sahabiyi Peygamberimiz (s.a.v.)’in huzuruna getirdi. Alacağını tahsil etmesini istedi. Ebu Hadrad, verecek bir şeyinin olmadığını, Hayber’in fethinden sonra eline ganimet olarak bir şey geçerse vereceğini söyledi. Ancak Yahudi diretiyordu. Sonunda Peygamberimiz (s.a.v.) fakir sahabisine sırtındaki elbisesinin bir kısmını satarak borcunu ödemesini söyledi. Ebu Hadrad (r.a.) da öyle yaptı.
İşte Peygamberimiz (s.a.v.) bu olayda görüldüğü gibi, Yahudilerin üzerine bir sefer yapmaya hazırlandığı bir sırada, gözü gibi koruduğu, çocuklarından daha çok üzerlerine düştüğü Sahabilerinden birine karşı, hak sahibi olduğu için Yahudi’nin hakkını arıyordu.
Peygamberimiz (s.a.v.) hak, hukuk ve adalet konusunda kendisini ayrı tutmaz, kendisine farklı bir işlem yapılmasını da kabul etmezdi. Bunun örnekleri Peygamberimiz (s.a.v.)’in hayatında çokça bulunmakta ve bu alanda da en yüksek seviyede olduğunu göstermektedir.
Ebu Said el-Hudri (r.a.)’nin anlattığına göre, Peygamberimiz (s.a.v.) bir seferinde savaşta ele geçen ganimet mallarını sahabileri arasında paylaştırıyordu. Büyük bir izdiham vardı. Öyle ki, sahabilerden birisi Peygamberimiz (s.a.v.)’in sırtına çıkarcasına üzerine abanmıştı. Peygamberimiz, elinde bulunan ince hurma çubuğu ile o kişiye işaret ederek kenara çekilmesini istedi. Çubuğun uç kısmı adamın yüzüne değdi ve birazcık çizdi. Bunun farkına varan Peygamberimiz (s.a.v.) elindeki sopayı o kişiye verdi ve “İşte yüzüm, gel, sen de benden hakkını al!” Buyurdu. Fakat Rasûlullah’ı canından fazla seven sahabi, ‘Ey Allah’ın Rasûlü, ben hakkımı helal ediyorum, sizi bağışlıyorum’ dedi ve vazgeçti.
Peygamberimiz (s.a.v.) ömrünün son günlerini yaşıyordu. Dünyaya veda etme zamanı gelmişti. Sahâbileri ile vedalaşmak, helalleşmek istedi. Öbür aleme üzerinde bir hak var iken gidemezdi. Sahâbileri topladı ve onlara şöyle konuştu: “Şayet birinize karşı bir hatada bulunmuş isem, maddi veya manevî olarak kimi incittiysem, malınıza, canınıza veya şerefinize, herhangi bir şekilde zararım dokundu ise, gelsin benden hakkını alsın, tazminatını vereyim.” Böylece ömrünün son anında, ağır hastalığında dahi adaletin yerini bulmasını istiyordu. Üzerinde kimsenin bir hakkının kalmasını istemiyordu.
İslâm Toplumunda Adalet
İslâm toplumunun temelinde Kitap ve Mizan vardır. Müslümanlar kitaba uyarak mizanı yerine getirirlerse, yani ölçülü davranıp aşırılığa, yanlış yollara sapmazlarsa, adaleti sağlarlar. Mizanın dengesi bozulduğu zaman, adalet kaybolur gider. İnsanlar en doğal haklarını bile alamazlar. Toplumdaki zalimler gücü ellerine geçirdikleri zaman da zulümler artar. Güç ve iktidar, adaletin emrinde olmalıdır. O zaman hukukun üstünlüğü sağlanır ve insanlar haklarına kolaylıkla ulaşırlar. Kendini hukukun üstünde gören güçler, adalet anlayışını çiğner geçerler.
İslâm’a göre bütün insanlar bir ana-babadan dünyaya geldikleri için birbirlerine karşı üstünlükleri yoktur. Doğuştan herkes bir tarağın dişleri gibi eşittir. Üstünlük ancak takva ile olabilir. Kim Allah’tan (c.c.) hakkıyla korkarsa onun derecesi daha üstün olur.
Dikkat çeken bir nokta da şudur ki, Allah (c.c.) kendi sözünün (Kur’an-ı Kerim) doğruluk bakımından da, adalet bakımından da tam olduğunu belirtiyor. Öyleyse adaletli ve doğru olmak, O’nun sözüne (Kitabına) uymakla gerçekleşir.
Kur’an’a göre gerçek adaletin ölçüsü hakka uymaktır. Hak neyi gerektiriyorsa onu yapmak, hak kime ait ise onu sahibine vermek, hak ile hükmetmekten ayrılmamak, her konuda hakkı ölçü almak, herkesin ve her şeyin hakkını korumakla adalet yerine getirilir.
İslâm, hakların yerine ulaşması için adaleti emrederken, ilâhi adaletin de ahirette herkese hakkını vereceğini ve hiç kimseye haksızlık yapılmayacağını bildiriyor.
Dünyada tarih boyunca adaletle hükmeden devletlerin ve toplumların asırlarca yaşadıklarını, adaleti bırakıp zulüm ve haksızlıkla hükmeden devlet ve toplumların ise çabuk yıkılarak yok olduklarını ve dünya haritasından silindiklerini tarihler yazmaktadır.
Ahirette Adalet
Kur’an-ı Kerim’de buyurulur:
“O gün tartı tam doğrudur. (Herkesin yaptığı tartılır), kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtulanlardır. Kimin (sevap) tartıları hafif gelirse, işte onlar da ayetlerimize haksızlık etmelerinden ötürü kendilerini zarara sokanlardır.”
“İşte o gün bölükler halinde insanlar, kabirlerinden çıkıp yüce divana dururlar, ta ki yaptıklarının karşılığını görüp alırlar. Zerre ağırlığınca hayır yapan onu bulur, zerre ağırlığınca şer yapan da onu bulur.”
İşte bunun içindir ki, adalet İslâm Birliği’nin temel esaslarındandır. İslâm Birliği bu temel esas üzerine bina edilecek, İslâm dünyasında insanlar arasında adalet tam anlamıyla uygulandığı gibi İslâm Birliğini oluşturan ülkeler ve topluluklar arasındaki hukukta da adalet temel esas olacaktır. İslâm Birliğinde adalet, batıdaki kuvvet sahibinin hak sahibi olduğu, zayıf insanlarının haklarının da güçlülerin elinde olduğu bir hak adalet değil; bütün insanların hakkını doğal seyri içinde alacakları bir adalettir. İslâm Birliği Teşkilatının organları, kurum ve komisyonlarının seçim, tesbit ve çalışmalarında, İslâm Adalet Divanının işleyiş ve kararlarında, İslâm Barış Gücünün görevlerinde, yaşanabilir bir dünyanın kurulmasında adalet her zaman temel esas olacaktır.
Nisa sûresi, 4/135.
A’raf sûresi, 7/159,181.
Peygamberimizin Örnek Ahlâkı, M. Paksu.
A’raf sûresi, 7/159.