GERÇEK TEHLİKE NEDİR?

 

Aynı surede konuyla ilgili bir başka ayet vardır. Bu ayet, Müslümanları kendilerini tehlikeye atmaktan sakındırır. Çünkü onlar can korkusundan cihada katılmıyorlar, aşırı hırsları sebebiyle de mallarını silah satın almak ve orduya yardım etmek yolunda harcamıyorlardı.

 

Halbuki bu tavır ve hırsın neticesi, düşmanlar karşısında mal ve canın tamamen kaybedilmesi olacaktır. Oysaki mal ve canların bir kısmı, ırz, namus ve vatan uğrunda feda edilirse, geride kalanlar kurtulacaktır. Aksi takdirde hepsi helâk olacaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

 

“…Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın. Allah’tan korkun, bilin ki, Allah günahlardan korunanlarla beraberdir. (Mallarınızı) Allah yolunda harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin doğrusu Allah iyilik edenleri sever.” [149]

 

Bu ayetin tefsiri niteliğinde Ebu Eyyûb el-Ensari’den bir hadis rivayeti vardır. Sünen-i Ebî Dâvud’da Eslem’den gelen rivayet şöyledir:

 

‘İstanbul üzerine harp açmak maksadıyla Medine’den yola çıktık. Ordunun başında Abdurrahman b. Halid vardı. Bizans ordusu arkasını şehrin sûruna vermişti. Birisi düşmana hücum etmeye yöneldi, insanlar ona, ‘Yapma! Yapma!’ dediler. Sonra da onun bu hareketine şaşarak: Lâ ilâhe illallah, adam eliyle kendini tehlikeye atıyor!’ diye söylendiler. (Bunun üzerine) Ebu Eyyûb El-Ensârî (r.a.) dedi ki:

 

‘Bu ayet, biz Ensar topluluğu hakkında nazil olmuştur. Allah, Peygamberi’ne zafer verip İslâm’ı galip getirince şöyle demiştik: ‘Gelin cihadı bırakıp, mallarınızla uğraşalım, onları yoluna koyalım!’ İşte bunun üzerine Allah (c.c.): 

 

“(Mallarınızı) Allah yolunda harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın…” Ayetini indirdi. [150] Bu ayet nazil olduktan sonra Ebu Eyyûb el-Ensârî asla cihattan geri kalmamış ve son gazası Konstantıniyye üzerine olup, Konstantıniyye Kalesinin kuşatması sırasında vefat ederek vasiyeti üzerine orada defn edilmiştir.

 

“Kendi eliyle kendini tehlikeye atmak”, mal-mülkle uğraşıp onları düzene koymak ve cihadı terk etmektir.

 

Muhammed suresinde, Allah yolunda infak etmeye çağırılıp da buna icabet etmeyenin, zararının sonuçta yine kendisine döneceğini açıkça ifade eden bir ayet vardır. O ayet şöyle der:

 

“İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağırılıyorsunuz, ama içimizden kimisi cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse, o ancak kendisine cimrilik eder. (Çünkü infakın faydası da, cimriliğin zararı da kendisine aittir.)” [151]

 

Bundan dolayı Buharî, “Tehlike, Allah yolunda infak etmeyi terk etmektir.” demiştir. Bu yüce anlayıştan nasibi bulunanlardan biri de büyük komutan Selahaddin Eyyûbî’dir. O’na:

 

- Malının bir kısmını çoluk-çocuğuna niye ayırmıyorsun? denildiğinde şöyle cevap vermiştir:

 

‘Eğer bu topraklar, elimizde kalırsa oralardaki nimetleri yeriz. Yok eğer elimizden çıkarsa, herkesin elindeki kaybolur ve düşmanın eline geçer.’ [152]

 

Bu büyük sultan vefat ettiğinde geride kırk yedi dirhem ve tek bir parça altın bırakmıştı. [153] Fakat O, bu siyasetler ve bu îsar (başkalarını kendisine tercih etme) anlayışıyla İslâm ülkesini Haçlı düşmanlardan kurtarmış ve korumuş, onları en büyük yenilgiye uğratmış ve Müslümanlardan yağmaladıkları birçok yeri ve eşyayı geri almıştı. Sonra da her türlü mal ve servetin ötesinde ebediyen anılacak bir nam bırakmıştı. [154]

 

Bakara suresinde yine İslâm’da cihadın esasları çizilmiştir. Buna göre İslâm’da cihat, düşmana karşılık verme ve tecavüzü önleme amacıyla yapılır. Yine bu surede fitnenin sebep olduğu yıkımın, savaşın sebep olduğu yaradan daha kötü olduğu beyan edilir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

 

“Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın: fakat haksız yere saldırmayın, çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez. Onları nerede yakalarsanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yerden (yani Mekke’den) siz de onları çıkarın; fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram’da onlarla savaşmayın ki, onlar da sizinle savaşmasınlar, fakat onlar sizinle savaşırlarsa, hemen onları öldürün; kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse, Allah bağışlayandır esirgeyendir.” [155]

 

Hendek savaşına kadar Müslümanlar sırf savunma siyasetini izlemişlerdir. Müslümanlar bu savaşa, düşmanla karşı karşıya gelmek için çıkmamışlar ve Medine’nin içinde savunmacı konumunda olmakla yetinmişlerdir. Fakat bu savaşta uzun muhasara (kuşatma) sonucunda açlık ve zorluğa maruz kalmışlar, çok zor anlar yaşamışlardır. Bundan dolayı Müslümanların artık harp taktiklerini değiştirdiklerini ve sırf savunma savaşlarıyla yetinmediklerini görüyoruz. Çünkü savunma siyasetiyle yetinme, neredeyse Müslümanların sonu olacaktı. Fakat onlar aynı zamanda saldırganlık ve düşmanlık siyasetine de itibar etmediler; zira bu, müsaade edilmeyen bir siyaset idi. İslâm’ın ruhuyla bağdaşmazdı. Bundan dolayı askerî yetkililerin ‘savunma amaçlı saldırı’ dedikleri orta bir yol tuttular. Yani, üzerlerine yürümek için yığınak yapmış olan düşmanların üzerlerine saldırma ve onları dağıtma yolunu tuttular. Müslümanların bundan böyle güttükleri harp siyaseti böyle olmuştur. [156]

 

Bakara sûresinde dikkati çeken bir husus, önemi büyük olan bir ifadenin çokça tekrar edilmesidir. Bu ifade “Fî Sebîlillâh” yani “Allah Yolunda” kelimeleridir. Bu, bazen “Allah yolunda savaşın!” [157] buyrularak savaşla irtibatlandırılmış, bazen de “Allah yolunda infak edin!” [158] buyrularak, savaş hazırlığı ile ilgili olarak zikredilmiştir. Bu mananın birçok Kur’an-ı Kerim ayetinde tekrar edildiğini görüyoruz.

 

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadisleri, sırf “i’lâyı kelimetullah” yani “Allah’ın adını, dinini yüceltmek” için savaşa katılan ya da bu savaşa maddî yardımda bulunan kimsenin mertebesiyle, ganimet ya da şan ve şöhret için savaşanın durumunu açıklamıştır. Bu hususla ilgili olan birkaç hadis-i şerif şöyledir:

 

Ebu Mûsa el-Eş’arî (r.a.) anlatıyor:

‘Hz. Peygamber’e (s.a.v.) kahramanlık için, şeref için ve gösteriş için savaşanlardan hangisinin Allah yolunda olduğu soruldu. O da şöyle buyurdu:

“Kim Allah’ın dinini yüceltmek için savaşırsa, işte o Allah yolundadır.” [159]

 

Abdullah b. Amr (r.a.), Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu işittim der: “Bir savaş olur da, savaşçılar onda ganimet elde ederlerse mükâfatların üçte ikisini peşinen almış olurlar; üçte biri de ahirete kalır. Eğer ganimet elde etmezlerse, mükâfatları Allah katında tam verilir.” [160]

 

 Ebu Ümâme (r.a.) anlatır:

‘Hz. Peygamber (s.a.v.)’e bir adam geldi ve dedi ki:

- Ne dersin ya Rasûlallah? Bir adam hem nam, hem de sevap elde etme isteği ile savaşsa buna ne verilir? Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki:

“Ona hiçbir şey yoktur.” Adam soruyu üç defa tekrar etti. Hz. Peygamber (s.a.v.) yine:

“Ona hiçbir şey yoktur.” dedi. Sonra da:

“Allah, ancak kendi rızasını kazanmaya yönelik yapılan ameli kabul eder” buyurdu. [161]

 

Cihada sevk eden gerçek sebebin, Allah (c.c.)’ın dinini yüceltme gayesi olması istenmektedir. Bu arada Allah (c.c.)’ın dinini yüceltmekten başka gayelerin, zımnen hâsıl olup olmaması fark etmez. Âlimlerin birçoğunun görüşü bu yöndedir. Taberî’nin:

 

“Rabbinizin lütuf ve keremini aramanızda sizin için bir günah yoktur!” [162] Ayetini tefsir ederken ileri sürdüğü görüş de bunu desteklemektedir. Çünkü hac esnasında ticaret yapmak haccın faziletiyle çatışmaz.[163] Önemli olan hacca niyet etmektir. Bu arada ticaretin de yapılmış olması gerçek amacı etkilemez.

 

Bakara suresinde Müslümanlar, din hürriyetini korumaya, insanları din hürriyetinden yoksun bırakıp, onları belirli bir dine uymaya mecbur tutanlara karşı direniş göstermeye teşvik edilmektedir. Yine aynı sûrede gayr-i Müslimlerin, Müslümanların siyasetine ters bir siyaset izledikleri açıklanmaktadır. Bu siyaset de, din hürriyetine karşı savaşmak, insanların İslâm’a girmesini engellemeye çalışmak ve dine girenlerin onda sebat etmesine mani olmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Onlarla savaşın ki, fitne ortadan kalksın, din yalnız Allah’ın dini olsun (yalnız ona tapılsın), eğer (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” [164]

 

“Dinde zorlama yoktur…” [165]

 

“…Onlar yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler…” [166]

 

Yine bu surede, fedakârlığa teşvik edilmekte, Allah (c.c.) rızası için ve Allah’ın (c.c.) dinini yüceltmek için canlarını feda edenlerden övgüyle bahsedilmektedir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

 

“İnsanların öylesi de vardır ki, canını Allah’ın rızasını kazanmaya satar. Allah da kullarına çok şefkatlidir.” [167]

 

Böylece, ilk Medenî sûre olan Bakara sûresinin, İslâm’ın cihad siyasetini açıkladığını ve cihad stratejisini bütün açıklığıyla ortaya koyduğunu görüyoruz. Bu kısa araştırmada diğer bütün Medenî sûreleri teker teker ele alıp, her bir sûrenin cihad konusundaki yönlendirmesini ortaya koymamız mümkün değildir. Bundan dolayı savaş ve cihada özel bir yer veren Medenî sûreleri kısaca ele alacağız ve sonra da bu sûrelerin tamamından elde ettiğimiz sonuçlarla cihad konusunu işlemeye devam edeceğiz.

 

Bakara sûresinden sonra ilk inceleyeceğimiz sûre Enfal sûresidir. Bu sûre, Medenî sûrelerin ikincisidir. Bu sûrenin birçok ayeti Bedir savaşı, yani sayı ve hazırlık bakımından Müslümanlardan çok olan müşriklere karşı Müslümanların giriştiği ilk dehşetli çarpışma münasebetiyle inmiştir. Yine bu ayetler, Allah’ın (c.c.) yardımının nasıl Müslümanlarla beraber olduğunu, techizat ve sayılarının az olmasına rağmen onlara nasıl yardım ettiğini açıklamaktadır.

 

Sûrenin birçok ayeti ise düşman karşısında sebat etmeye, düşmana karşı yardımlaşmaya ve hazırlanmaya teşvik etmekte, esir ve ganimetlerden uzunca bahsetmektedir. Bu haliyle sûre, cihad konusunda geniş bir çalışma yapmak isteyenler için büyük bir kaynak niteliği taşımaktadır.

 

Medenî sûrelerin üçüncüsü olan Âl-i İmrân sûresinde cihad düşüncesine değinen yedi ayet vardır. Bazı ayetlerinde de Ehl-i kitap birden çok ilâhı terk edip doğru yola gelmeye [168] davet ve teşvik edilmekte, onlara Müslümanlarla (asgarî müştereklerde) birleşme çağrısı yapılmaktadır. Üzerinde birleşilmesi istenen nokta da, sadece bir olan Allah (c.c.)’a ibadet ve kullukta bulunmaktır. [169]

 

Yine bu sûre, Müslümanların Allah (c.c.)’ın ipine sarılarak tek bir ümmet olmalarına, asla ayrılık ve husumet yapmamalarına, kâfirleri ve İslâm düşmanlarını dost edinmemelerine çok önem vermektedir. [170] Ayrıca Allah (c.c.), yolunda şehid olanların güzel akıbetlerini ortaya koymayı da önemle belirtmektedir.

 

Dördüncü Medenî sûre olan Ahzâb sûresinde, aynı isimle anılan Ahzâb (Hendek) savaşıyla ilgili pek çok ayet nazil olmuştur. Bu sûrenin de Enfal sûresi gibi cihaddan ve dinî savaştan bahsetmesinde şaşılacak bir şey yoktur.

 

Medenî sûrelerin birisi de Muhammed sûresidir. Bu sûrede de savaştan ve savaştaki felaketten bahseden birçok ayet vardır. Ayrıca Allah (c.c.)’ın dinine yardım edenlere Allah (c.c.)’ın da yardım edip, ayaklarını sabit kılacağına dair Allah (c.c.)’ın vaadi yer almaktadır. Yine sulh ve ateşkes şartlarından bahseden ayetler de mevcuttur.

 

Medenî sûrelerin bir diğeri, Haşr sûresidir. Bu sûredeki ayetlerin çoğu, Benî Nadîr Yahudilerinin anlaşmayı bozup hıyanet etmelerinden ve düçar oldukları akıbetten bahsetmektedir. Yine bu sûrede, Hz. Ömer (r.a.)’in Sevâd (Irak), Şam ve Mısır arazisini ganimet arazisi değil de haraç arazisi yapmak istediğinde, kendisine karşı çıkan Ensar’dan bazı kimselere karşı delil getirdiği ayetler [171] de vardır.

 

Bir diğer Medenî sûre de Hacc sûresidir. Bu sûrede Allah (c.c.)’ın Müslümanlara kendilerini savunmak için savaşmaya izin verişinin sebepleri açıkça görülür. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

 

“Kendileriyle savaşılan (mümin)lere, savaşma izni verildi. Çünkü onlara zulmedilmiştir ve şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye kadirdir. Onlar, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır…” [172]

 

Buradan Saff sûresine geçiyoruz. Bu sûre ismini, düşman karşısında Müslümanların kararlı kenetleniş şeklini ortaya koyan bir ayet-i kerimeden almıştır. Allah Teâlâ söz konusu ayette şöyle buyuruyor:

 

“Allah, kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf bağlayarak çağrışanları sever.” [173]

 

Nihayet Fetih sûresine geliyoruz. Bu sûre, Hudeybiye antlaşmasından sonra inmiştir. Bu antlaşmaya “feth” denilmiştir. Çünkü bu antlaşmadan sonra İslâm daveti selâmete kavuşmuş, Müslümanlara yeni ufuklar açılmış ve oralara akın etmişlerdir. Bu antlaşmadan evvel pek çokları Kureyş’ten çekiniyor ve Müslümanlıklarını ilân edemiyorlardı. Tarihçilerin kaydettiğine göre; Hudeybiye antlaşmasını takip eden iki sene içerisinde İslâm’a girenlerin sayısı, İslâm’ın doğuşundan bu antlaşmaya kadar süren yirmi sene zarfında İslâm’a girenlerin sayısından daha çoktur. Bu da İslâm’ın savaş değil, barış siyaseti izlediğinin bir göstergesidir.

 

Fetih sûresi, cihad konusunda bize daha geniş malumat verir. Öyleyse bu sûre üzerinde daha çok durmalıyız. İlk dikkatimizi çeken şudur: Fetih sûresi, Kur’an’daki sûrelerin tertibi bakımından, Kıtal sûresi diye de isimlendirilen Muhammed sûresinden sonra gelir. Bu iki sûrenin iniş tarihleri arasında üç sene gibi bir zaman vardır. Bu ise uzun bir zaman değildir. Bununla birlikte, Kıtal sûresi, hayat hakkı için şiddetli bir mücadele verme karakteri taşımaktadır. Sonra bu üç sene zarfında durumlar değişmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, Fetih sûresi geldiğinde, Müslümanların tabiî hayatlarına bolluk, refah ve emniyet hâkim olmuştu.

 

Şimdi sûrenin ayetlerine geçip, bazı alıntılar yaparak izah edelim:

 

Allah Teâla şöyle buyuruyor:

“Biz sana apaçık bir fetih verdik.” [174]

 

Müfessirlerin çoğuna göre bu ayette geçen “fetih”ten maksat, Hudeybiye antlaşmasıdır. Bu antlaşmanın neticeleri uzun vadede ortaya çıkmıştır. Mekke’nin fethi de bu antlaşmanın neticelerinden biridir.

 

Müfessirlere göre ayette geçen “fetih”:

 

a)     Nefislerde fetih,

b)    Davette fetih ve

c)     Yeryüzünde fetih gibi kısımlara ayrılır.

 

Hudeybiye’deki durum, münafıkların tereddüdünü ortaya çıkarmış, onların hasta ruhlarına dokunmuş, Müslümanları “Rıdvan Bey’atı”na sevk etmiş ve bu sebeple de sınırsız fedakârlıklara hazırlık olmuştur. Sûrenin ayetleri, bedevî münafıkların ipe-sapa gelmez mazeretlerini açıklamaktadır. Çünkü onlar Rasûlullah (s.a.v.) umre için Mekke’ye yöneldiğinde O’nun kafilesine katılmamışlardı. Münafıklar, özürlerinde yalancı olmakla birlikte hakikate yol bulmaya başlamışlardı. Müminler ise, neticesi ne olursa olsun Hz. Peygamber (s.a.v.)’in devamlı olarak yaptığı muahededen dolayı sevince gark olmuşlardı.

 

Davette fetih ise; anlaşılan o ki, Hudeybiye’den sonra İslâm daveti kolay bir seyir takip etmiş ve önüne çıkan tüm engelleri aşmıştı.

 

Yeryüzündeki fethe gelince; Müslümanlar, Hudeybiye barışından sonra Medine’de mahsur kalmadılar; aksine Hayber, Teyma ve Vâdi’l-Kurâ’daki Yahudi kuvvetlerini yok ettiler. Bundan evvel de Medine Yahudilerini bertaraf etmişlerdi. Yahudi kuvvetlerinin ortadan kaldırılması ile birlikte Kureyş ile olan kavganın bitmesi sonucunda İslâm davetine yeni ufuklar açılmış ve böylece o, geniş bir alana yayılma imkânı bulmuştur.

 

Fetih sûresinde, işlerin çıkmazsa girip savaş işaretlerinin görüldüğü ve anlaşma için karşılıklı görüşmelerin devam ettiği anda Müslümanların ve Kureyş’in durumunu anlatan üç ayet [175] vardır. Kâfirlerin ordusu üzerinde cahiliye taassup, gurur ve hayreti hâkimdi ve bu gayret hiçbir nizam ve inanca dayanmıyordu. Müslüman topluluğun kalplerine ise huzur ve sükûnet hâkimdi. Büyük bir güven ve inançla Rasûlullah (s.a.v.)’a bey’at ediyorlar, savaşa ve canları dahil her türlü fedakârlığa kesin olarak hazır bulunuyorlardı. Hem de bu hazırlıkları tam bir sükûnet, kararlılık, komutanlarına eksiksiz itaat ve yüce Allah (c.c.)’tan sakınma şeklinde oluyordu.

 

Bahsi geçen üç ayet şunlardır:

 

“O, imanlarına iman katsınlar diye müminlerin kalplerine huzur ( ve sebat) indirdi. Göklerin ve yerin askerleri Allah’ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır.” [176]

 

“Allah şu müminlerden razı olmuştur ki; onlar, ağacın altında sana bey’at ediyorlardı. Allah, onların gönüllerindeki (doğruluk ve vefayı) bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi. Ve onlara yakın bir fetih verdi.” [177]

 

“O zaman inkâr edenler, kalplerine kızgınlık ve gayreti, o cahiliye (çağının) kızgınlık ve gayretini koymuşlardı, Allah da elçisine ve müminlere huzur ve güvenini indirdi; onları takva kelimesine (sebata ve ahde vefaya) bağladı. Zaten onlar buna lâyık ve ehil idiler. Allah her şeyi bilendir.” [178]

 

Yine Fetih sûresinde Kureyş’in içyüzünü açığa çıkaran bir ayet-i kerime vardır. O ayet şöyledir:

 

“Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı, arkalarına dönüp kaçarlardı, sonra ne bir koruyucu, ne de bir yardımcı bulamazlardı.” [179]

 

Bu ayetten açıkça anlaşılmaktadır ki, Kureyş’in (savaştan) hiçbir zafer beklentisi yoktu. Üstelik onlar bir yıkım halindeydiler. Müslümanlarla yüz yüze gelip onların karşısında dayanmaya güçleri yoktu.

 

Bu sûreden aktaracağımız son ayet, Müslümanların güç bakımından üstün olmalarına rağmen neden savaş çıkarmadıklarını bize açıklamaktadır.

 

Allah Teâlâ buyuruyor ki:

 

“…Eğer (orada), kendilerini bilmediğiniz için tepeleyeceğiniz ve bilmeyerek tepelemenizden ötürü, kendileri yüzünden bir belaya uğrayacağınız inanmış erkekler ve inanmış kadınlar olmasaydı (Allah sizin savaşınıza engel olmazdı. Böyle yaptı) ki Allah, dilediğini rahmete soksun. Şayet (inananlar ve inanmayanlar ) birbirinden ayrılmış olsalardı elbette onlardan inkâr edenleri, acı bir azaba çarptırırdık.” [180]

 

Mekke’de gizlice iman edip Kureyş’in katılığı ve inadı karşısında imanını açığa vuramayan bir takım erkek ve kadınlar vardı. Eğer savaş patlasa idi bunlara bir kötülüğün isabet etmesi mümkündü. Çünkü Müslümanlar, onların İslâm’a girdiklerinden haberdar değillerdi. Eğer Müslümanlar (gizli iman edenlere) bir kısım eziyetler edip sonra da onların Müslüman olduklarını anlasalardı, bundan ıstırap ve utanç duyarlardı. Eğer bu gizlice iman edenler ayırt edilmiş olsalardı, Allah (c.c.)’ın Mekke’de müminleri kâfirlere musallat kılması yoluyla savaş çıkabilirdi. Fakat öyle olmadı ve Allah (c.c.) bazı fertlerden dolayı bütün topluluğa ikramda bulunmayı murad etti.

 

Tevbe sûresinden bahsederek, Medenî sûreler ile ilgili bahsimizi bitirelim: Nasr sûresi hariç, Medine’de en son inen sûre, Tevbe sûresidir. Bu sûrede Huneyn ve Tebuk gazvelerinden uzunca bahsedilmektedir.

 

Böylece Medenî sûrelerin, “İslâm’da cihad düşüncesi”ni işleyip açık seçik bir şekilde ortaya koyduğunu ve ilk savaş olan Bedir savaşından, son gazve olan Tebuk seferine kadar bütün savaşlarla beraber teker teker o düşünceyi yürüttüğünü görüyoruz. Bundan dolayı araştırıcı, bu sûrelerde yolunu aydınlatacak bol malzeme bulur ve bu sûreler araştırıcıyı hicretten, bu satırların yazıldığı günümüze kadar Müslümanların hâlâ muhtaç oldukları cihadın, en ince noktalarına ulaştırır. Müslümanlar bu hayat devam ettikçe vatanlarını, ırz ve namuslarını, canlarını her türlü şer unsurlarından korumak için ebediyen o cihada ihtiyaç duyacaklardır. Şimdi bu açık ayetlerin ışığında genel olarak ele alıp özetle söylediğimiz konuları ayrı ayrı ele alalım ve onların izahına geçelim.



[149] Bakara sûresi, 2/194-95.

[150] Bakara sûresi, 2/195.

[151] Muhammed sûresi, 47/38.

[152] Şâhinşâh b. Eyyûb, Zeylu’n-Nevâdir, s. 21.

[153] Ebu’l-Fidâ, el-Muhtasar fî târihi’l-beşer, c. 8, s. 9.

[154] A. Çelebi, Mevsûatu’t-târih el-İslâmî ve’l-Hadâratu’l-İslâmiyye.

[155] Bakara sûresi, 2/190-192.

[156] A. Çelebi, Mevsûatu’t-târîh el-İslâmî ve’l-Hadâratu’l-İslâmiyye, 1/102.

[157] Bakara sûresi,  2/190, 244.

[158] Bakara sûresi, 2/195.

[159] Buhârî, Cihâd, 15; Müslim, İmâre, 149.

[160] Müslim, İmâre, 153. Ebu Dâvûd, Cihad, 12; Nesâî, Cihâd, 15. 

[161]  Şevkânî, Neylu’l-evtâr, 3/119.

[162]  Bakara sûresi, 2/198.

[163]  el-Cihâd tarîku’n-Nasr, Şeyh Abdullah Gûşe.

[164]  Bakara sûresi,  2/193.

[165]  Bakara sûresi, 2/256.

[166]  Bakara sûresi, 2/217.

[167]  Bakara sûresi, 2/207.

[168]  Âl-i İmrân sûresi, 3/64.

[169]  Âl-i  İmrân sûresi,  3/28, 103.

[170]  Âl-i İmrân sûresi, 3/152-158-169.

[171] Haşr sûresi, 59/8-10.;  Şelebî, es-Siyâsetu ve’l-İktisâd fî’t-tefkîri’l-İslâmî, s. 23.

[172] Hacc sûresi, 22/39-40.

[173] Saff sûresi, 61/4.

[174] Fetih sûresi, 48/1.

[175] Fetih sûresi, 48/4, 18, 26. 

[176] Fetih sûresi, 48/4.

[177] Fetih sûresi, 48/18.

[178] Fetih sûresi, 48/26.

[179] Fetih sûresi, 48/22.

[180] Fetih sûresi, 48/25.