İSLÂM VE BARIŞ

 

İslâm daveti, insanlığı kolaylık ve doğru yola çağırmayı ilke edinerek gelmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi İslâm dini bütün insanlığı ‘Bir olan Allah (c.c.)’a kulluğa’ çağırır. Bu daveti insanlara ulaştırabilmek için de ilim, mantık, açıklama ve hikmet gibi araçlardan yararlanır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

 

“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, (Allah’ın azabından) korunasınız. O (Rab) ki, yeri, sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de bile bile Allah’a eşler koşmayın. Eğer kulunuz (Muhammed)’e indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah’tan başka bütün şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın; eğer doğru iseniz (bunu yapın).” [52]

 

“Ey insanlar! Allah’ın vadi gerçektir; sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan), Allah’(ın affına güvendirmek sureti) ile sizi aldatmasın! Şeytan, sizin düşmanınızdır; siz de onu düşman tutun. O, partisini sadece alevli ateşin (cehennemin) halkından olmaya çağırır.” [53]

 

Kur’an-ı Kerim, kitap ehline yani Hıristiyan ve Yahudilere şefkat ve yakınlaşmayı içeren özel bir çağrıda bulunmaktadır. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

 

“De ki: ‘Ey kitap ehli! Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah’a tapalım, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birimiz diğerini Allah’tan başka tanrı edinmesin.’ Eğer yüz çevirirlerse, ‘şahit olun biz Müslümanlarız’ deyin.” [54]

 

“İçlerinden zulmedenleri hariç kitap ehli ile ancak en güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de inandık. Tanrımız ve tanrınız birdir ve biz ona teslim olanlarız. ( O halde aramızda bir fark yoktur. Bütün ayrılıklar hayal ve vehimden ibarettir.)” [55]

 

Hz. Peygamber (s.a.v.) ve O’na uyanların bundan böyle en önemli vazifesi, insanlara İslâm davetini ulaştırmak ve O’nun doğruluğuna dair deliller, aklî ve naklî açıklamalar getirmekti. İnsanlara düşen ise, hiçbir zorlama olmaksızın bu çağrıdan yana seçimde bulunmaktı.

 

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Güzel öğüt ve hikmetle Rabbinin yoluna çağır.” [56] 

 

“(Ey Muhammed!) Sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt vericisin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin.” [57]

 

“…Sana düşen, sadece duyurmaktır. Hesap görmek de bize düşer.” [58]

 

“Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” [59]

 

Fakat azgın kâfirler, direniş göstererek ilâhî davete karşı çıkıyor ve daha evvel de belirttiğimiz gibi onu engellemek ve yok etmek istiyorlardı. Bu hususta Mekke’de Kureyş’in putperestleri, Arap yarımadasında yaşayan Yahudiler ve kuzey ülkelerde imparatorluklar süren batılın önderleri işbirliği yapmışlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.), düşmanlığı güzellikle durdurmak istedi. Fakat bu gayret, başarıya ulaşmadı. Rasûlullah (s.a.v.) İslâm’ın barışa çağıran, düşmanlığı yasaklayan, kan dökmeyi hoş görmeyen ve hangi dinden olursa olsun Müslümanlarla yardımlaşmaya çağıran düşünce ve siyasetini izliyordu. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

 

“Ey iman edenler! Hepiniz birlikte barışa (İslâm’a) girin, şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık düşmandır.” [60]

 

“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah’a dayan, çünkü O, işitendir, bilendir.” [61]

 

“Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan, sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Çünkü Allah, adalet yapanları sever.” [62]

 

“…O halde onlar sizden uzak dururlar, sizinle savaşmazlar ve sizinle barış içinde yaşamak isterlerse, Allah size onlara saldırmak için bir yol vermemiştir.” [63]

 

İslâm tarihinin her döneminde Müslümanlar, İslâm’ın bu düşünce ve siyasetini izlemişler, zorlanmadıkça kılıca başvurmamışlardır.

 

Burada, bir kısım yaygın yanlış kanaatleri ortadan kaldıran, Müslümanların bir saldırıya uğramadıkça her asırda barış siyaseti güttüklerini ve İslâm’ın yayılışının savaşla değil barışla olduğunu ispat eden bazı tarihî noktaları belirtmemiz gerekmektedir.

 

1- Bizans’ın Müslümanlarla ilişkisi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sağlığında başlamıştır. Rivayet edildiğine göre M. 627 yılında Bizans’ın Amman valisi Ferve b. Ömer el-Cüzamî Müslüman olmuş ve Mesud b. Sa’d el-Cüzamî ile Hz. Peygamber’e (s.a.v.) hediye olarak boz bir katır, bir at, bir eşek, keten gömlekler ve ipek bir aba göndermiştir. Bizans, O’nun Müslüman olduğunu haber alınca, O’nun dininden dönme yönünde ikna etmeğe çalışmışlar, fakat o dönmeyince, yakalayıp zindana atmışlar, sonra da Filistin’de İfrî denen suyun üzerinde asmışlardır.

 

M. 629 Senesinde Hz. Peygamber (s.a.v.), on beş kişilik bir grubu, insanları İslâm’a davet etsinler ve Bizans hakkında haber toplasınlar diye Ürdün’ün doğu taraflarına gönderdi. Fakat Tufeyle ve Kerk arasındaki Talle bölgesinde bunların üzerine büyük bir kalabalık yürüdü. Kaçarak kurtulan birisi hariç bu Müslümanların hepsini şehit ettiler. [64]

 

Bizans’ın yığınak yapması Müslümanları tehdit ediyor, hatta Müslümanlar her an bir Bizans saldırısını bekliyorlardı. Nitekim şu olay, bu durumun göstergesidir. Rasûlullah (s.a.v.) sağlığında, ashab-ı kiramdan birisi, gece Hz. Ömer (r.a.) uyurken kapısını çalmıştı. Hz. Ömer ürpererek uykusundan fırlamış ve şöyle demişti:

 

‘Ne o? Yoksa Gassan mı geldi?’

 

2- Hicretin 7. Senesinde Hz. Peygamber (s.a.v.), sırf barış yoluyla davet siyasetini izlemesi sonucu olarak Hâris b. Umeyr el-Ezdî [65] ile Gassân kralına bir İslâm’a davet mektubu göndermişti. Fakat bunlar, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) elçisini şehid etmiş ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hakarette bulunmuşlar, Arap yarımadasını istila etmekle ve yeni yeni yayılmakta olan daveti ortadan kaldırmakla tehdit etmişlerdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) onlar için Zeyd b. Harise (r.a.) komutasında bir ordu hazırladı. Fakat Bizanslılar Gassanlı müttefikleriyle birleşerek Mute savaşında Müslümanları yenilgiye uğrattılar. [66] Böylece Müslümanlarla Bizans arasında savaş başlamış oldu.

 

Nasıl ki, Bizans Müslümanlarla uğraşıyorsa, İran da aynı şekilde uğraşıyordu. Tarihin bize naklettiğine göre, İran’a bağlı kabileler, devamlı olarak Müslüman topraklarına baskın düzenliyorlardı. Müslümanların İranlılarla olan savaşları, bu saldırganlardan canlarını ve mallarını korumak için yaptıkları savunmaların uzantısı oluyordu.

 

İran Kisrâ’sının ve Bizans Kayseri’nin hâkimiyeti altında milletler, maruz kaldıkları şiddetli zulüm altında inim inim inliyorlardı. İran’da krallar ilâh sayılıyor; Bizans, İmparatorluğun hâkimiyeti altındaki memleketleri acımasızca sömürüyordu. Bu milletlerin çektiği zorluk ve darlığın en büyük delili, onların savaşlara isteksizce katılmaları idi. Azgın komutanlar bu durumu biliyorlardı. Hatta Müslümanların İran ve Bizans’la yaptığı savaşlarda İran’lı bir komutan, kaçmasınlar diye askerlerini zincirle bağlamak zorunda kaldı ve bu savaşa ‘Zâtu’s-selâsil’ savaşı dendi. Aynı durum Yermük savaşında Bizanslıların başına da geldi. [67]

 

3- İran ve Bizans’ta savaşlar batılın önderlerinin aleyhine neticelenince, buraların halkına İslâm’ı kabul etmek ya da etmemek konusunda en ufak bir baskı yapılmadı. Tarihin kaydettiğine göre bu memleketlerde İslâm’ın yayılması Ömer b. Abdu’l-Aziz (r.a.) döneminde olmuştur. Bu dönem, artık kılıcın kınına sokulduğu, davet ve ikna metodunun esas alındığı bir dönemdir. Bundan dolayı bu döneme, ‘Fethedilmiş memleketlerin Müslüman olduğu dönem’ denir.

 

Müsteşrik Kirk [68] de itiraf eder ki, Milâdî 9. asırda, İslâm’ın buraya hâkim oluşunun üzerinden iki yüz yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen, Şam ve Aşağı Mısır halkının çoğu hâlâ Hıristiyan idi.

 

Yine Roland Oliver de şöyle bir itirafta bulunur: ‘İslâm’ın (Afrika’da) çölün arkasına doğru ilerleyişi, ancak batıdaki büyük hâkimiyetinin ( devletinin) çözülmesinden sonra olmuştur. İslâm’ın burada yayılması kültür, fikir ve davet yoluyla olmuştur.’ [69]

 

4- Büyük Müslüman komutan Selahaddin Eyyûbî, haçlı ordularıyla çetin bir savaş yapıp, Müslüman memleketlerine olan tecavüzlerinin bedelini onlara acı bir yenilgi olarak tattırdı. Bu şehirlerin çoğunu geri alıp, düşman kalelerini yıktı ve köklerini kazıdı. Savaş sona erince, memleketleri ellerinden alınan sığınmacılar, hâlâ haçlı kardeşlerinin elinde bulunan memleketlerin (şehirlerin) kapılarını çalmaya başladılar ve oralara sığınmak istediler. Fakat bu şehirler kapılarını onların yüzüne kapadı. İşte o zaman Selahaddin Eyyûbî’de İslâm’ın bahşettiği âlicenaplık ortaya çıktı ve onlara, yani daha düne kadar can düşmanı olan bu haçlı artıklarına, ülkesinin kapılarını açarak İslâm’ın ümmet içerisinde gayr-i Müslimlere tanıdığı haklardan istifade etmelerine ve onun gölgesinde yaşamalarına müsaade etti.

 

Kısacası, İslâm kendisiyle barış yapanla barış yapar. Kim de İslâm’a veya Müslümanlara saldırır, tecavüzde bulunursa ileride göreceğimiz gibi o zaman İslâm, müminlerinden birer aslan gibi olmalarını ve ülkelerini, manevî değerlerini kahramanca savunmalarını, saldırganların kuvvet ve şevketlerini kıracak her türlü faaliyette bulunmalarını ister.



[52]  Bakara sûresi, 1/21-22-23.

[53]  Fâtır sûresi, 35/5-6.

[54]  Âl-i İmrân sûresi, 3/64.

[55]  Ankebut sûresi, 29/46.

[56]  Nahl sûresi, 16/25.

[57]  Ğâşiye sûresi, 88/21-22.

[58]  Ra’d sûresi, 13/40.

[59] Kâfirûn sûresi, 109/6.

[60] Bakara sûresi, 2/208- 209.

[61] Enfâl sûresi, 8/61.

[62] Mümtehine sûresi, 60/8.

[63] Nisâ sûresi, 4/90.

[64] Colonel Frederik, Târîhu Şarkı’l-Ürdün ve Kabâilihâ, s.85.

[65] Haris Bizans’ın Busra valisi idi.

[66] Nevevî, Tehzîbu’l-Esmâ, 1/265.

[67] Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, 141.

[68] A short History of the Middle East, 36.

[69] A short of Africa, 77.