Kölelik deyince aklımıza Batı’daki, genelde Afrika’da hayvanlar gibi avlanan, zincirlere vurulan, gemilere istif edilen ve varacağı yere kadar yüzde doksanı işkence ya da hastalıktan ölen, boynundaki zincirden, ayağındaki bukağıdan başka hiçbir şeyi olmayan ve hiçbir zaman insan muamelesi görmeyen uzun serüven aklımıza gelmektedir. Bu serüven, 1492’den köleliğin resmen kaldırıldığı yıllara kadar sırf Afrika’dan yüz milyon siyah tenli insanın ölümü ile sona ermiştir. O zaman, bugünün Amerika’sı konumunda olan İspanya’nın nüfusunun onbir milyon olduğu düşünülecek olursa, meselenin vehameti daha iyi anlaşılır. Eğer bu yüz karası ameliye olmasaydı, bugün Afrika en büyük nüfusa sahip kıta olacaktı. Batının zulüm ve sömürü ruhundan payını alanlar sırf siyah tenli insanlar olmamıştır. Amerika keşfedildiğinde yirmi beş milyon Kızılderili vardı. Sadece otuz sene içerisinde hepsini öldürdüler. Atom bombası da, savaşın bittiği iyice belli olduktan sonra Japonların üzerinde patlatılması, belki de onların sarı renkli oluşlarındandı. Denizaşırı ülkelerde hâlâ sömürgelerin bulunması ve geçtiğimiz iki asırda Hindistan’da Hintli kumaş dokuyucu ustaların ellerinin kesilmesi, zehirli ve öldürücü maddeleri işleyen fabrikaların bu ülkelerde kurulması gibi sömürünün boyutlarının nerelere vardığı herkesin malumudur ve Batı bu tarihiyle övünebilir!
Doğuda, İslâm geldikten sonra da varlığını sürdüren kölelik ise, hiçbir zamanBatı’daki süreci yaşamamıştır. İslâm âleminde köleler, dinin “Yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin”
“Onlar sizin kardeşlerinizdir; şu kadar var ki Allah onları sizin eliniz altına vermiştir” gibi buyruklarıyla insanlık ve kardeşlik makamını ihraz etmiş, tarihi seyir içerisinde devlet bile (Kölemenler) kurabilmişlerdir.
İslâm’ın ilk devirlerinde köleler, bu müessesenin varlığı sayesinde bir sığınacak barınak, karınlarını doyuracak bir aş bulabiliyorlardı. Onların bir anda azad edilerek sokağa bırakılmaları, onların barınaklarının, aşlarının ellerinden alınmasıyla aynı manaya geliyordu. Azad edilen birçok kölenin ‘azadlı’ sıfatıyla yine eski efendilerinin yanlarında kalmayı tercih etmeleri bunun bir delilidir. Bu azatlılar, iktisadî hayatı yürütüyorlardı. İslâmî fetihlerin gerçekleştiği ilk asırlarda ilimde de çok büyük rol oynamışlardır ve büyük âlimler hemen hemen hep mevâlî arasından yetişmiştir.
Bu durumda İslâm’ın köleliği birden kaldırmayıp, onların durumlarının belirlemesi ve durumlarını iyileştirici düzenlemeler getirmesi ve bunun ötesinde iktisadî bakımından kendi kendine yeterli olabileceklerin ‘mukâtebe akdiyle’ serbest bırakılmasını istemesi, çeşitli vesilelerle köle azadında bulunulmasını emretmekle yetinmesi ve nihai olarak kalkmasını ise zamana bırakması yerinde bir siyaset olmuştur.
Bugün büyük bir işçi sınıfı vardır ve bunlar genelde hallerinden memnun gözükmektedirler. Yarın ücret yerine “kâr” ikame edilebilirse ve bugünün ücretlileri o zaman daha çok kazanırlar ve daha serbest bir hayat sürmeye başlarlar ve bu arada eskiye oranla daha fazla psikolojik tatmine de ulaşılırsa, insanlık bu merhaleye geçmeyi başarabilirse, o günün insanlarının bugünkü işçi sınıfına bakışı, bizim bugünkü köle sınıfına bakışımız gibi olacaktır.