PEYGAMBERİMİZ (s.a.v.) ESİRLERE NASIL DAVRANDI?

 

Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak buyurur:

“Yoksula, yetime ve esire sevdik­leri yemeği yedirirler, ‘Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz’ derler.” [41]

 

Ayette yemek yedirilecek üç sınıf sayılmıştır: Miskin, yetim ve esir. Miskin: geçimini sağlayamayan yoksul; yetim: kendisine bakacak babası ölmüş çocuk; esir de tutsak demektir. Müslüman olsun, olmasın bütün yoksullar, yetimler ve esirler bu ayetin kapsamındadır. Çünkü ayette bunların Müslüman olacağı belirtilmemiştir. Kur’an-ı Kerim, dini ne olursa olsun, yoksula, yetime ve esire, daha genel bir ifadeyle kendisini geçindirmekten aciz olanlara yardım edilmesini emretmektedir. Bu husus, ilk Mekkî sûrelerden olan Beled sûresinde de vurgulanmıştır:

 

“Fakat o sarp yokuşu geçemedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Bir boynu (kölelik, esaret zincirinden) çözmek yahut açlık gününde akraba olan yetimi, yahut hiçbir şeyi olmayan yoksulu doyurmak, sonra inanıp birbirlerine sabır tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmak”[42] Ayetlerinde başka bir üslûp ile vurgulanmıştır.

 

Peygamber (s.a.v.) alınan esirleri Müslümanlara dağıtır, herkese götürdüğü esire iyi bakmasını emrederdi. Sahabîler, kendilerine verilen ve yanlarında iki üç gün tuttukları esirlere, kendi canlarından daha iyi bakarlardı. Katâde (r.a.)’nin de vurguladığı gibi o gün onların götürüp canlarından iyi baktığı esirler, müşrik idiler. Zaten ayetler indiği sırada Müslümanlar arası bir savaş vuku bulmadığı için esir ancak gayr-i Müslimlerden olurdu. Müslüman esir söz konusu değildi.

 

“Yeryüzünde ağır bas(ıp küfrün belini iyice kır)ıncaya kadar hiçbir peygambere esirler sahibi olmak yakışmaz. Siz geçici dünya menfaatini istiyorsunuz, Allah Teâlâ ise (sizin için) ahireti istiyor. Allah Teâlâ daima üstün, hüküm ve hikmet sabidir. Eğer Allah Teâlâ’dan, bir yazı(lı karar) geçmiş olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu. Artık aldığınız ganimetten helâl ve temiz olarak yeyin ve Allah Teâlâ’dan korkun. Kuşkusuz Allah Teâlâ bağışlayandır, esirgeyendir. Ey Peygamber, ellerinizde bulunan esirlere söyle: ‘Eğer Allah Teâlâ sizin kalplerinizde bir hayır olduğunu bilirse size, sizden alınan (fidye)den daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah Teâlâ bağışlayandır, esirgeyendir. Eğer sana hainlik yapmak isterlerse daha önce Allah Teâlâ’ya da hainlik yapmışlardı. Bu yüzden (Allah Teâlâ) onlara karşı (sana) imkân verdi (seni onlara galip getirdi). Allah Teâlâ, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”[43]

 

Bu ayetlerde, bir peygamberin, yeryüzünde iyice güçlenip davasını kökleştirmeden, fidye için esirler alıp elde tutmasının doğru olmadığı bildirilmektedir. Ayrıca Allah Teâlâ’nın, Peygamber’ine yardım va’di dolayısıyla Müslümanların bu davranışlarını bağışladığı belirtildikten sonra kurtuluş fidyesi ödemiş olan esirler teselli edilmektedir: Eğer Allah Teâlâ, sizin gönüllerinizde hayır, samimiyet bulursa size, sizden alınan fidyeden daha iyisini vereceği gibi üstelik sizi af ve rahmetine de lâyık görür.

 

Bu ayette de Allah Teâlâ’ya ve Allah’ın Elçisine hıyanet edenlerin sonlarının perişan olacağı bildirilmekte, Allah Teâlâ’ya ve Elçisine hıyanet edenler uyarılmakta ve Allah Teâlâ’nın, her şeyi bilip hikmetle yaptığı vurgulanmaktadır.

 

Bu ayetler, Bedir’de alınan esirler hakkındadır. Allah Teâlâ’nın Elçisi, bu esirler hakkında ne yapılacağını ashabına danıştı. Hz. Ebu Bekir (r.a.):

 

- Bunlar Senin kabilenin adamları, akrabalarındır. Bunları serbest bırak, dedi.

 

Hz. Ömer (r.a.) ise bunların öldürülmesini önerdi. Hz Ebu Bekir (r.a.)’in düşüncesinde olan Hz. Peygamber (s.a.v.), fidye karşılığında bunları serbest bırakmayı uygun buldu. Sonunda alınan esirler, fidye karşılığı serbest bırakıldı. İşte bu ayetler, Bedir esirleri hakkında fidye istemine işaret etmektedir.

 

Tabii savaşın ardından bu esirler, Medine’de bir süre bekletilmişlerdir. Daha sonra bunlar hakkında yapılacak işlem görüşülmüş ve serbest bırakılmaları kararlaştırılmıştır. Bu karardan sonra da hepsi bir anda fidyelerini veremediklerinden, bunların tamamının serbest bırakılması, epey zaman almıştır.

 

O zaman Müslümanlar sıkıntı içinde idiler. Her Müslüman’ın, birer ikişer evlerinde baktığı bu esirler, Müslümanlara malî külfet yüklüyordu. Bundan dolayı ayette: “Bir peygamber, yeryüzünde iyice güçleninceye kadar esirler sahibi olması doğru değildir” Buyruluyor. Bu ayetlerin, Kaynuka Oğulları Yahûdîleriyle ilgili ayetlerden sonraya konması, Bedir esirlerinin, serbest bırakılmasının epey zaman aldığını, ancak Kaynuka Oğulları olayından sonra serbest bırakıldıklarını gösterir ki bu durum, esirler sorununun, Müslümanlara hayli külfet yüklemiş olması demektir.

 

Ayet esir almayı veya onu fidye karşılığı serbest bırakmayı yasaklamıyor; ancak bir peygamberin, davasını iyice yerleştirmeden, karşıtlarının gücünü iyice kırıp onları kendisine baş kaldıramayacak duruma getirmeden elinde esirler bulundurmasının, esirlerle uğraşmasının doğru olmadığını belirtiyor. Ayetin ifadesinde, daha iyi olanı, iyi olana yeğlemediğinden dolayı Peygamber’e bir çeşit dokundurma vardır. Elbette bu, Peygamber’in günah işlediği anlamına gelmez. Bunun anlamı şudur:

 

Peygamber (s.a.v.) henüz iyice güçlenmeden esirler alıp onların koruması ve geçimiyle uğraşmasaydı daha iyi olurdu. Çünkü esirler almak, onları bir yerde bekletip geçimlerini sağlamak veya onları birer, ikişer Müslümanlara dağıtıp barındırmak ve baktırmak, henüz yeni kurulmakta olan İslâm toplumuna yük olur. Aslında yapılan iş iyidir ama Peygamber (s.a.v.)’e ve müminlere külfettir. Bundan dolayı bununla uğraşılmasaydı daha iyi olurdu. Fakat düşman iyice sindirildikten, Müslümanlar güçlendikten sonra esirler almakta ve bunları fidye karşılığında serbest bırakmakta bir sakınca yoktur.

 

Amaç, İslâm’ın ezilmekten kurtulması, kâfirlere güçlenip yeniden İslâm’a saldırma fırsatı verilmemesidir. İslâm kuvvet bulduktan sonra gerekirse esirler fidyesiz de serbest bırakılır. Nitekim, Muhammed sûresinin 4. Ayetinde bu husus belirtilmiştir.

 

Hz. Peygamber (s.a.v.), Bedir’de alınan esirleri Medine’ye getirmiş, bunları ashabına birer, ikişer dağıtmış, herkese götürdüğü esire iyi muamele etmesini, kulak burun kesmemesini emretmiştir. Yalnız iki kişinin öldürülmesini emretmiştir ki bunlar da Mekke’de Müslümanlara çok işkence etmiş bulunan Nadr ibn el-Harise ile Ukbe ibn Ebî Mu’ayt’tır. Bunlar esir oldukları için değil, daha önce işlemiş bulundukları ağır suçlarından dolayı öldürülmüşlerdir.

 

Az zaman sonra esirlerin adamları, Mekke’den gelip, fidye vererek onları kurtarmışlardır. Konulan fidye, kişinin malî durumu göz önünde bulundurularak bin dirhem ile dört bin dirhem arasında değişmekte idi. Fakat çok fakir olanlar, fidyesiz bırakılmışlardır.

 

Fidye verip kurtulan, sonradan Müslüman olan o esirler, İslâm’daki fütuhatın geliri ile çok büyük servetlere ermişlerdir. İşte “Eğer Allah Teâlâ sizin kalplerinizde bir hayır olduğunu bilirse size, sizden alınan (fidye)den daha hayırlısını verir.” Mealindeki 70. ayette, Müslümanların, ileride erecekleri büyük ganimet ve servetlere işaret buyrulmaktadır.

 

(Savaşta) İnkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın). Ondan sonra ya lütfen veya fidye ile serbest bırakırsınız. Harp ağırlıklarını bırakıncaya (savaş sona erinceye) kadar böyle yaparsınız. Allah Teâlâ dileseydi, kendisi onlardan öç alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek için (savaşı emrediyor). Allah Teâlâ, kendi yolunda öldürülenlerin yaptıkları işleri zayi etmeyecektir. Onları doğru yola iletecek, durumlarını düzeltecektir. Onları, kendilerine tanımladığı cennete sokacaktır.” [44]

 

Bu ayetlerde, müminlere, inançsızlarla karşılaştıkları zaman onların boyunlarını vurmaları, onları sindirip savaşta galip gelince bağlayıp esir etmeleri, savaştan sonra esirleri ya bir iyilik ve ikram olarak veya fidye karşılığında serbest bırakmaları emrediliyor. Allah Teâlâ dilese, çarpışmaya gerek kalmadan Müslümanları galip getireceği, fakat insanları birbiriyle deneyip sabır ve dirençlerini ortaya çıkarmak için inançlılarla inançsızların çarpışmasını takdir buyurduğu belirtiliyor. Allah Teâlâ’nın, kendi uğrunda öldürülenlerin eylemlerini boşa çıkarmayacağı, onları cennet yoluna ileteceği, ödüllerini kat kat verip gönüllerini hoş edeceği, ruhlarını huzura kavuşturacağı ve onları dünyada kendilerine tanımladığı cennete sokacağı vurgulanıyor.

 

Savaşın amacı, vicdanlar üzerindeki baskıyı kaldırmak, insanlara inanç özgürlüğü sağlamaktır. Bu özgürlüğü sağlayabilmek için insanları baskı altında tutan saldırgan küfür ve zulüm liderlerini sindirmek, küfrün belini kırmak gerekir. Savaşılması ve sindirilmesi istenen kimseler, Müslümanlara saldıran küfür liderleridir. Kendi hallerinde bulunan kimselere saldırılmayacağı birçok ayette vurgulanmıştır: “Allah Teâlâ saldırganları sevmez… Zalimlerden başkasına düşmanlık olmaz.”[45] Yine Nisa sûresi, 90. Ayetinde tarafsız kimselerle barış içinde yaşanması emredilmekte; Mümtehine sûresi, 8. Ayette de Müslümanlara saldırmayan barışsever insanlara iyilik edilmesi öğütlenmektedir.

 

Saldırgan küfür erbabı ile yapılan savaşta, zorunlu olarak insan öldürülür. Çünkü savaşta saldıran düşman öldürülmezse, bu kez onlar öldürür ve savaş da kaybedilir. Öldürmek kötü bir şey olsa da savaşın kaçınılmaz sonucudur. Ama saldırganlar sindirildikten ve savaş bittikten sonra artık insan öldürülmez. Müslüman, katliam yapmaz. Nitekim  “Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın). Ondan sonra ya lütfen veya fidye ile serbest bırakırsınız.” Ayetinde düşmanları ezip sindirdikten sonra bağlayıp esir alma, savaştan sonra da ya fidyesiz veya fidye karşılığında serbest bırakma emredilmiştir. Esirlerin öldürülmesi emredilmediği gibi, onların zorla dine sokulması da emredilmemiştir.

 

Esirlerin bağlanıp tutulması, savaştan sonra fidyesiz veya fidye ile serbest bırakılması hakkındaki bu emir ile ‘düşmana otoritesini kabul ettirmeden bir peygamber’in esirler alıp onlarla meşgul olmasını doğru bulmayan Enfal sûresi,  67. ayeti arasında bir çelişki yoktur. Her iki ayetin içeriği birbirine uygundur. Orada Peygamber’in otoritesi, egemenliği yerleşmeden esirler alıp onlarla uğraşmanın, onlara yer ve gıda sağlamanın, yeni kurulmakta olan devlete külfet yükleyeceğine işaret ediliyor. Esiri besleyip koruyabilmek için devlet otoritesinin yerleşmesi gerekir. Henüz bu aşamaya gelmeden esir almak, topluma yük olur. İlk aşamada en önemli olan şey, küfrü ezmektir. Küfrün beli kırıldıktan ve peygamberin otoritesi ve heybeti kâfirlerin içine yerleşip, egemenliği tanındıktan sonra savaşta yenik düşen kâfirler esir alınır, kamplarda korunur. Savaş sona erdikten sonra esirler serbest bırakılır. Her iki ayet de bunu anlatmaktadır. Nitekim Abdullah ibn Abbas: ‘Müslümanlar çoğalıp otoriteleri güçlenince Allah Teâlâ esirler hakkında: “Ya lütfen veya fidye ile serbest bırakınız’ hükmünü indirdi’ demiştir.

 

Gerek Kur’an-ı Kerim’in bu konudaki ayetlerinden gerek Allah Elçisinin uygulamasından şu sonuca varırız:

1) Esas prensip, esirlerin öldürülmemesidir.

2) Yaşaması ve serbest bırakılması tehlikeli olan, önceden ağır suç işlemiş esirler öldürülebilirler. İşte ‘Ukbe ve Nadr ibn Haris, vaktiyle Müslümanlara çok kötülük etmiş, yaman düşmanlar idiler. Onlar, Müslümanlara yaptıkları kötülüklerden, işledikleri cinayetlerden ötürü; Kurayzalılar da büyük hıyanetlerinden ötürü ölüm cezasına çarptırılmışlardır. Ama normal savaş esirleri hakkında Kur’an-ı Kerim’in hiçbir ayetinde ölüm cezası yoktur.

 

Muhammed sûresinin 4. Ayetindeki Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın). Ondan sonra ya lütfen veya fidye ile serbest bırakırsınız.” cümlesi, tutsaklar hakkında ancak iki işlemden birinin yapılabileceğini belirtmektedir. Bu da tutsağı ya lütfen veya fidye ile serbest bırakmaktır.

 

Kur’an-ı Kerim’in hiçbir yerinde esirin öldürüleceğini, ya da köle yapılacağını bildiren bir ayet de mevcut değildir. Tam tersine, Kur’an-ı Kerim: “Fakat o sarp yokuşa atılamadı. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Bir boynu (esaret ve kölelik zincirinden) çözmek yahut açlık gününde doyurmaktır: Akraba olan yetimi yahut hiçbir şeyi olmayan yoksulu.”[46] Ayetleriyle temeli esarete dayanan kölelik kurumunun, tedricen ortadan kalkması için, köleyi özgürlüğe kavuşturmayı, ulaşılması gereken ideal bir hedef olarak göstermekte; konunun başında açıkladığımız: “Yoksula, yetime ve esire sevdikleri yemeği yedirirler.”[47] Ayetiyle de esire iyilik etmek, ona iyi bakmak; çöpe atılacak yemekler değil, sevilen, güzel yemekler yedirmek öğütlenmektedir.

 

Bazı Bedir esirleri ve Sümâme olayında olduğu gibi, Peygamber  (s.a.v.), bir kısım esirleri fidyesiz serbest bırakmıştır. ‘Ukbe ve Nadr’ın öldürülmesi, bu ayetin inişinden önce olduğu gibi, Kurayza Oğulları olayı da bu ayetten çok öncedir. Ve onlar hakkındaki hüküm, kendi hıyanetlerinin cezası olarak Tevrat’ta belirlenen hükümdür. Yani onlara, kendi Kitaplarının hükmü uygulanmıştır. O hüküm, Kur’an-ı Kerim’in hükmü değildir.

 

Bedir’de öldürülen iki esir, Mekke döneminde Peygamber (s.a.v.)’in en yaman düşmanı idiler. Ona etmedikleri eziyet bırakmamışlardı. Mekke’de inen ayetle de onların bir azaba uğrayacakları bildirilmişti. Onlar, işledikleri suçların cezası olarak idam edilmişlerdir. Onları sıradan esir saymak doğru değildir. Onlar sadece savaş suçlusu değil, çok eskiden beri suçlu idiler. Eski hıyanetlerinden ötürü öldürülmüşlerdir. Onlardan başka esir müşriklerin öldürülmemesi de bunu kanıtlar.

 

Ayet Müslüman yöneticilere, esirleri ya lütfen veya fidye ile serbest bırakma yetkisi vermektedir. Müslümanların genel yararı, siyasal durumu hangi seçeneği gerekli kılıyorsa öyle yapılır. Ama ayete göre esir öldürülmez, çünkü ayette böyle bir seçenekten söz edilmemiştir. Kaldı ki kendi devletinin yasaları gereği savaşa girmekten başka bir suçu olmayan insanı esir alınca öldürmek, insanî bir işlem değildir. Esirlerin öldürül­meyeceği, onlara iyi muamele edileceği hakkındaki bu Kur’an-ı Kerim prensipleri, asırlar sonra Birleşmiş Milletlerce kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde de yer almıştır.

 

Peygamber (s.a.v.)’in bazı esirleri köle yaptığı ve onları mücahidlere ganimet olarak verdiği, beşte birini de Beytu’l-male ayırdığı hakkında rivayetler vardır. Meselâ Huneyn savaşında esir alınan kadınları cariye yapıp Müslümanlara dağıtmış, sonra kocaları fidye verince onları serbest bırakmıştır.

 

Dört Halife devrinden beri de İslâm tarihi boyunca savaşlarda alınan esirler, henüz köle yapılmalarına karar verilmeden önce Müslüman olmadıkları takdirde köle yapılmışlardır. Fakat henüz köleliklerine karar verilmeden Müslüman olanlar, köle yapılamayacağı için ya lütfen veya fidyesiz serbest bırakılmışlardır.

 

Kur’an-ı Kerim, insan özgürlüğünün kısıtlanmasını asla doğru bulmaz. Peygamber (s.a.v.) de hür bir insanı köle yapıp satan kimsenin, Kıyamette hasmı olacağını buyurmuştur. Öyle ise İslâm’ın köleliği benimsediğini, ya da teşvik ettiğini söylemek insafsızlık olur. O zaman kölelik, bütün dünyada yaygın olduğu ve Müslümanlar da çeşitli düşmanlarla savaş halinde bulundukları için İslâm, köleliği tümden kaldırmamış, fakat kaldırılması yolunda büyük adımlar atmıştır. Bazı günahların ve hataların kefareti olarak köleyi özgürlüğe kavuşturma gereğini koymakla, insanları özgürlüğe kavuşturmanın ne denli önemli bir şey olduğunu göstermiştir.

 

Dediğimiz gibi köleliğin esas kaynağı savaşlar idi. Kur’an-ı Kerim, bu kaynağı kurutmakla köleliğin kaldırılmasına giden yolu açmıştır. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in savaş tutsakları hakkındaki hükmüne göre tutsak ya lütfen veya fidye ile serbest bırakılır. Tutsağın köle de yapılabileceği bir üçüncü seçenek yoktur. Demek ki İslâm’ın asıl hedefi, köleliği kaldırmak idi. Zaten kölelik, tevhid dininin özüne aykırıdır. Zira tevhidin temel ilkesi, insanları sadece Allah Teâlâ’ya kul yapmaktır. Kölenin anlamı kul demektir. İnsan insanın kulu olamaz, insan sadece Allah Teâlâ’nın kuludur.

 

Şimdi bugün dünyada Kur’an-ı Kerim’in bu amacı ruhen olmasa da görünürde gerçekleşmiş, kölelik kaldırılmıştır. Aslında dünyanın birçok yerinde tutsaklar köle gibi çalıştırılır. Uzağa gitmeğe hacet yok. Saraybosna’da Sırpların, Hırvatların, Müslüman esirleri aylarca esir kamplarında aç, susuz, işkence altında ezmeleri, döverek, boğazlayarak öldürmeleri, kadınların ırzına geçmeleri bütün dünyanın gözleri önünde cereyan etmiştir. Dünyanın çeşitli ülkelerinde çoğunlukla güçlünün, güçsüzü ezmesi; kapitalistin işçiyi, sanayileşmiş zengin ülkelerin geri kalmış yoksul ülkeleri sömürüsü sürmektedir. Ama ezilenlere, dövülenlere, sömürülenlere ismen köle denmemektedir. Şeklen de olsa dünyanın hiçbir yerinde artık tutsak, eşya gibi alınıp satılan bir varlık değildir. Bu uygulama ortadan kaldırılmış, Kur’an-ı Kerim’in gösterdiği bu hedefe şeklen ulaşılmıştır. Ruhen de ulaşılmasını dileriz. [48]

 

‘Savaş ağırlıklarını bırakıncaya dek’ cümlesini, müfessirlerden kimi: Dünyada savaş kalmayıncaya dek; kimi de: şirk kalmayıncaya dek şeklinde yorumlamışlardır. Bu son yoruma göre inanmayanlar dönüp Müslüman oluncaya dek savaşın sürmesi gerekir. Hatta ayeti, ‘İsa’nın inişine dek, Kıyamete dek kâfirlerle savaşın’ biçiminde yorumlayanlar da olmuştur. Bunlar aşırı, yanlış görüşlerdir. Ayetin amacı, her savaş durumunda Müslümanların kesin galibiyetine kadar beklemek, savaş bitmeden esirleri serbest bırakmamak, ancak savaştan sonra serbest bırakmaktır. Çünkü savaş bitmeden tutsakları serbest bırakmak, düşmana yardım olur. Salınan tutsaklar, tekrar düşman saflarına geçip Müslümanlara karşı savaşırlar. Zaten ağırlıklar anlamına gelen ‘evzâr’ kelimesi ayette silâhlar anlamında kullanılmıştır. Savaşın ağırlıklarını, yani silâhlarını bırakması, savaş durumunun sona ermesi, silâhların bırakılması demektir’.

 

Kâfirlerin yenilip Müslümanların otoritesini kabul etmekle savaş sona erer. Onların mutlaka Müslüman olmaları gerekmez. Nitekim Pey­gamber (s.a.v.), Medine devrinde müşriklerle barış yapmıştır. Meselâ hicretin altıncı yılında, müşrik olan Kureyş kabilesiyle Hudeybiye Barış antlaşmasını yapmıştır. Bu barış sonucunda müşrik olan Bekr Oğullan, Kureyş yanlısı olarak barışın, Kureyşliler hakkındaki hükümlerine tâbi olmuşlar; yine müşrik olan Huzâ’a kabilesi de Peygamber’in yanlısı olarak barışın Müslümanlar hakkındaki hükümlerine tâbi olmuşlardır. Bu olayların ışığında ayeti: ‘Kâfirlerin Müslüman veya barışa razı olmalarıyla, savaş durumu sona erinceye dek savaş esirlerini bağlayın (serbest bırakmayın).’ şeklinde yorumlamak daha uygun olur. ‘cümlesi, tutsaklardan fidye alıp almamakta Müslümanları serbest bırakmakla beraber, esirleri fidyesiz serbest bırakmanın daha uygun olduğuna işaret ediyor.

 

Allah Teâlâ, kendi yoluna savaşa çağırıldıkları zaman ağır, gönülsüz davranan müminleri kınamakta; Allah Teâlâ yolunda savaşa çıkmadıkları takdirde acı bir azaba uğrayacaklarını, kendilerinin götürülüp yerlerine başka bir toplumun getirileceğini bildirmektedir.

 

40. ayette de Müslümanlar, Elçisine yardım etmeseler dahi Allah Teâlâ’nın O’na yardımcı olup onu güç durumlardan kurtardığı anımsatılmaktadır: İnkarcılar O’nu yurdundan çıkardıkları zaman yanında bir tek arkadaşından başka kimse yoktu. İkisi birlikte mağaraya sığındıkları zaman o, korkuya kapılan arkadaşına: Üzülme, Allah Teâlâ bizimle beraberdir!” demişti. O zaman Allah Teâlâ O’na huzur ve güven indirmiş, onu görülmeyen askerlerle desteklemiş, kâfirlerin sözünü alçaltıp kendi sözünü yükseltmişti. Her zaman galip, güçlü olan Allah Teâlâ, her işi hikmetle yapar.

 

Tevbe sûresi, 41. ayette de müminlerin hafif ve ağır olarak mallarıyla, canlarıyla Allah Teâlâ yolunda cihada çıkmaları emredilmekte ve bunun kendileri için daha hayırlı olduğu vurgulanmaktadır.

 

Bu ayetlerde çıkılması emredilen savaş, Tebuk seferidir. Savaşılacak kimseler de daha önceki ayetlerde belirtildiği üzere Hıristiyan topluluklarıdır. Bu sefer, ekonomik sıkıntıların bulunduğu bir zamanda ortaya çıkmıştı. Düşman ise Bizansa bağlı kalabalık kuvvetlerdi.

 

Bazı Müslümanlar bu savaşa çıkmak istememiş, ağır davranmıştı. Bunu yapanlar, yalnız münafıklar değildi, yürekleri zayıf bazı kimseler de öyle davranmıştı.

 

Tebûk Seferi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in son seferi olduğuna göre demek ki ta hayatının sonlarına kadar Peygamber (s.a.v.)’i üzen, onun çağrısına uymakta tereddüt gösteren Müslümanlar vardı. Yani insan, her zaman insandır. Zayıf durumlarda, kritik anlarda çekinir. Zaten Müslüman olurken canlarını tehlikeye atmaktan çekinmeyen ilk Müslümanlar, Peygamber’in hayatının sonuna kadar O’nun buyruğuna uymakta tereddüt göstermemişlerdir. Bu sefere katılmayan münafıkların sayısının seksen küsur olduğu söylenir.

 

Tebûk seferi Mekke’nin Fethinden bir yıl sonra, hicretin dokuzuncu yılında olmuştur. Allah’ın Elçisi, Tâif kuşatmasından döndükten sonra Rumların Medine’ye saldırmak için Şam’da büyük yığınak yaptıklarını, Lahm, Cuzâm, Âmile, Gassân gibi Hıristiyan Arap kabilelerini topladıklarını haber aldı. Kendisi de asker toplayıp bunların üzerine yürümeyi uygun gördü. Köylü, kentli bütün Müslümanları bu sefere katılmaya ve mâlî yardım yapmağa çağırdı.

 

‘Nefr’ önemli bir iş için topluca bir yere gitmektir. Burada kasıt, sefere gitmektir. Allah’ın Elçisi, Müslümanları sefere çağırmıştı. Mevsim çok sıcak, Medine meyvelerinin devşirme zamanı idi. Ayrıca Müslümanların ekonomik durumları da iyi değildi. Medine’de kıtlık vardı. Gidilecek mesafe hayli uzak, çarpışılacak düşman çok kalabalıktı. Rumlarla çarpışmak, Müslümanların gözlerinde büyümüştü.

 

İşte bu sebeplerden dolayı Müslümanların birçoğu, güç bulduğu bu sefere hazırlanıp katılmakta ağır davranmıştı. Size ne oldu ki yere ağırlaştınız, yere çakılıp kaldınız’ cümlesi, Müslümanların bu durumunu tasvir etmektedir.  Ağırlaştınız, yere saplanıp kaldınız demektir. Fakat kelimenin söylenişi, ağızdan o kadar güçlükle çıkmaktadır ki çıkış tarzı, toplumun yere çakılıp kalmasını, bir türlü yerden kalkmamasını tasvir etmektedir. Güçlüklerinden dolayı bu sefere güçlük seferi, bu orduya da güçlük ordusu denmiştir.

 

Bütün güçlüklerine rağmen bu sefer için onbini süvari olmak üzere otuz bin kişilik bir ordu toplanmıştır. Zengin sahâbîler, ordunun ihtiyaçlarının karşılanması için büyük yardımlar yapmışlardır.

 

Allah’ın Elçisi, Receb ayında yola çıktı. Tebuk’e kadar gitti. Orada yirmi gün kadar kaldı, daha öteye gitmedi. Kedisine iletildiği şekilde büyük bir asker topluluğuna rastlamadı. Toplananlar, Allah Elçisinin geldiğini haber alınca dağılmışlardı.

 

Tebuk’te kimse ile bir çatışma olmadı. Yalnız çevredeki bazı kabile­lerle antlaşmalar yapıldı. Bazı Hıristiyan ve Yahudi kabileleri, antlaşmalarla cizyeye bağlandı. Bir savaş olmamasına rağmen bu seferin siyasî yararları olmuş, Müslümanların büyük bir kuvvet ve devlet haline geldikleri haberleri yakın sınırları aşmağa başlamıştır.

 

40. ayette Allah’ın, Elçisine daima yardımcı olduğu, özellikle yalnız iki kişi olarak mağarada bulundukları sırada onu, yardımıyla koruyup tehlikeli durumdan kurtardığı belirtilmektedir. Bu ayet; İslâm tarihinde en büyük olay olan Hicrete işaret etmektedir.

 

41. Ayette ‘hifâf’ ve ‘sikâl’ olarak savaşa çıkılması emredilmektedir.

 

Hifâf: Hafif, sikâl: ağır anlamındadır. Burada hafif ve ağır sözleriyle neyin kastedildiği, çeşitli şekillerde yorumlanmıştır:

 

Hifaf savaşa çıkmaya istekli olarak, sevinçten hafiflemiş bir vaziyette, uçarcasına; sikâl ise: savaş size ağır, güç gelerek, her iki halde de savaşa çıkın, demektir. Yahut, çoluk çocuğunuzun azlığından dolayı hafif; külfetinizin çokluğundan ötürü ağır olarak savaşa çıkın. Yahut zengin, fakir olarak savaşa çıkın; yahut hafif ve ağır silâhlarla savaşa çıkın; yahut binekli ve yaya olarak; yahut genç ve ihtiyar; yahut zayıf ve şişman olarak savaşa çıkın, demektir.

 

Ayette bu mânâların hepsi de muhtemeldir. Gerçeği Allah Teâlâ bilir. Bu ayetin, Sûrenin 91. ayeti olan: ‘Zayıflara güçlük yoktur..ayetiyle nesh edildiğini söyleyenler vardır. Neshin sebebi de güya bu ayetin, savaşı herkese farz kılmasıdır. 91. Ayetle bu hüküm hafifletilmiştir.

 

Gerçekte ayet, Tebuk seferiyle ilgilidir ve Müslümanlara kolay da olsa, güç de olsa sefere çıkmalarını emretmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) herkesi bu savaşa götürmemiştir. Acizleri, kendileri için binek hayvanı bulamayanları bırakmıştır. Eğer bu ayet, sefere çıkmayı herkese farz kılsaydı, her ferdin sefere katılması gerekirdi. Demek ki ayet, seferi herkese değil, katılma gücü bulunanlara farz kılmaktadır. Savaşma gücünde olanların kimine savaş kolay, kimine zor gelir. İşte Cenâb-ı Hak, bunlara, kolay da olsa, zor da olsa sefere çıkmalarını emretmektedir.

 

Bu ayet, genel olarak savaşa çıkmayı emrediyor. 91. Ayet ise bu genel hükümden bazı kimseleri, özürlüleri çıkarıyor. Burada nesih yok, tefsir vardır. İkincisi, birincisini tefsir etmektedir. Arada nesih söz konusu değildir.

Bedir Savaşı’nda müşriklerin sayısı bin kadar olmasına karşılık Müslümanların sayısı üç yüz civarında idi.

Buna rağmen savaş sonunda müşriklerden yetmiş kişi ölmüş, Müslümanlar da on dört şehit vererek, yetmiş kadar müşrik düşmanı esir alıp ellerini bağlayarak Medine’ye zaferle dönmüşlerdi. Bu savaşta dikkatimizi çeken olay, Müslümanların yakaladıkları müşrik esirlerine nasıl muamele edecekleridir. Medine’ye gelince Peygamberimiz (s.a.v.)’in Müslümanlara ilk emri şöyle oldu:

“Her biriniz evlerinize birer ikişer esir alarak yemeklerini yedirin, sularını içirin, onlara asla kötü muamele yapmayın!..”

 

Bu emir öylesine uygulanmıştı ki, müşrik esirlerden biri olan Mus’ab bin Umeyr’in kardeşi Ebu İzze, yaşadığını daha sonra şöyle anlatmıştır:

‘Esir dağıtımında ben Ensar’dan bir ailenin içine düşmüştüm. Akşamları ekmeklerini bana verirler, kendileri sadece hurmayla yetinirlerdi. Ben ise bundan çok utanır ekmeklerini yemez kendilerine iade ederdim. Onlar bizim ihtiyacımız yok, diyerek ekmeği tekrar bana gönderirler, kendileri hurmayla idare ederlerdi..’



[41]  İnsan sûresi, 76/8-9.

[42]  Beled sûresi, 90/11-17.

[43]  Enfal sûresi, 8/67-71.

[44]  Muhammed sûresi, 47/4-6.

[45]  Bakara sûresi,  2/193.

[46]  Beled sûresi, 90/11-16.

[47]  İnsan sûresi, 76/8.

[48]  Kur’an Ansiklopedisi, S. Ateş.