REHAVET

 

İnsanları cihat vazifesinden alıkoyan, hayata ve hayatın lezzetlerine bağlılıktır. Rahatını terk edemeyen, şahsî hazlarından ve zevklerinden fedakârlıkta bulunmayan bir insandan cihat gibi büyük vazifeler beklenemez. Beklense de boşunadır. Zira büyük vazifeleri, ancak maddî-manevî haz ve zevklerinden fedakârlıkta bulunan insanlar yapabileceklerdir. Cennetin kapıları ardına kadar açıldığı, huriler önlerinde teşrifatçılık yapmağa durduğu, gılmanlar ‘lü’lü-ü mensur’ gibi onların geçecekleri yollara saçıldığı zaman dahi, insanlık sevgisiyle, ıstırap içinde yeniden insanların arasına dönmeyi düşünen cihada gönül vermiş, cihat aşığı insanlardır ki, böyle büyük vazifeleri ancak onlar yapacaklardır.

 

İsterseniz bu meseleyi bir de dünyaya ait yönüyle arz edelim: Bir mücahit düşünün ki, milletvekilliğine giden merdivenler ayağının dibine kadar getirilmiş veya kendisine başbakanlık teklif edilmiş ya da cumhurbaşkanı olma teklifini almıştır. Böyle bir durumda dahi bu kudsî vazife ile alâkalı en küçük hizmeti, bütün bu tekliflere tercih edecek insan ki, bizim de yıllar yılı beklediğimiz, arzuladığımız insan budur- cihat ruhunu ve mücadele aşkını kavramış, hazmetmiş insandır.

 

Maddî-manevî feyizlerin hislerinden fedakârlıkta bulunamayan ve bu mevzuda daha baştan verilmiş herhangi bir kararı olmayan insana gelince, biz ondan hiçbir şey bekleyemeyiz. Beklemek bir yana sahnede görüldüğü andan itibaren başımıza getireceği problemlerden endişe ederiz. Dünyasını, ukbasını terk etmemiş, terk ettiği şeyi dahi terk etmemiş, 'aşk-ı mutlak, zevk-i mutlak' içine bütün huzûzâtını verdiği mücadelenin içinde görmeyen, zevkini nefs-i sa’y içinde aramayan, Cenâb-ı Hakk’a yönelip: ‘Senin yolunda ölmek bile ne tatlı’ diyemeyen bir insanın mücadele vereceğine, mücadelesinin semeredâr olacağına, onun Müslümanlık hesabına kurtarıcı bir rol oynayacağına inanmıyoruz; inanamayız da. Biz, ancak, kendi şahsını, şahsî hazlarını, zevklerini, hatta yurdunu-yuvasını terk etmişlerin; sahabe gibi kapısına kilit vurup evinden ayrılmışların, bedenî ve cismanî zevkleri aşmışların mücadelesine, mücahedesine, kavga ve cihadına inanıyoruz ve beklediklerimizi de Allah’ın inayetinin esbabı saydığımız o insanlardan bekliyoruz. Bizim bu beklentilerimize mukabil, günümüz insanının, mücadele adına yapacağı şeyler de bu istikamette olmalı; daha doğrusu insanımız, vereceği mücadeleyi bu anlayış içinde vermelidir. Zaten Kur’an-ı Kerim de bize sürekli bunu öğretmektedir:

“Ey iman edenler! Size ne oldu da ‘Allah yolunda savaşa çıkın’ dendiği zaman yere çakılıp kaldınız? Ahireti bırakıp, dünya hayatına razı mı oldunuz? Oysa dünya hayatının geçimliliği, ahirete nazaran pek az bir şeydir. Eğer (Allah yolunda) seferber olmazsanız, bu takdirde Allah size can yakıcı azap eder ve yerinize başka bir millet getirir. O’na bir şey de yapamazsınız. Allah her şeye kadirdir.” [204]

 

Yani size ne oluyor ki, ‘Allah yolunda seferber olun, kalkın, kendinize gelin, hakkı anlatın, Allah’ın yüce adının, ufkunuzda aydınlıklar açması istikametinde hazlarınızı, hayvanî ve bedenî zevklerinizi terk edin’ çağrısı geldiği zaman, yerinizde çakılıp kalıyor, zevklerinizden kopamıyor ve hayatın hazları içinde fanî olmuş gibi baygın baygın bakıp duruyorsunuz. Yoksa ahiret varken, ona değil de, karşılığında dünya hayatına mı razı oldunuz? Gönüllerinizi hem de ahirete doğru koşup gittiğiniz hengâmda, size hiçbir faydası olmayan, şartları içinde gençliğinizi, sıhhatinizi koruyamadığınız, servetinizi muhafaza edemediğiniz; her an her şeyin zeval ve yok oluşuyla ruhunuzda ayrı iniltiler meydana getiren ve sizin de elinizde olmayarak kendisinden uzaklaştığınız dünya hayatına mı kendinizi kaptırdınız? Halbuki ötede, zeval bilmez nimet ve zevkleriyle, her hafta Rabbin cemalini müşahede edeceğiniz ebed diyarı ukba sizi beklemektedir. Hal böyle iken, siz ukbayı terk ederek, dünya hayatına mı razı oldunuz?

 

Rehavetin cihada engel olduğuna işaret eden bir başka ayet-i kerime ise şöyledir:

“(Ey Rasûlüm!) Kolay bir kazanç, normal bir yolculuk olsaydı, sana uyarlardı; fakat çıkılacak yol onlara uzak geldi. Kendilerini helâk ederek, ‘Gücümüz yetseydi, sizinle beraber çıkardık’ diye Allah’a yemin edeceklerdir. Allah, onların yalancı olduğunu elbette biliyor.” [205]

 

Yani eğer davet edildikleri yer, onların maddî menfaatlerine hitap eden bir yer olsaydı ve onlar bu davete icabet etmekle bir kelepire konacaklarını ve bir hil’at giyeceklerini bilselerdi; ayrıca, elde edecekleri neticeye kısa yoldan kavuşma söz konusu olsaydı, hiç tereddüt etmeden hemen senin arkana düşeceklerdi. Halbuki şimdi durum, onların arzu ve heveslerinin tam zıddınadır. Zira davet edildikleri yerde hiçbir maddî menfaat söz konusu değildir. Neticede dünya adına kazanacakları ne bir makam, ne de bir mansıb vardır. Yol ise, çok uzundur. Öyleyse, burada mümin ve münafık tamamen birbirinden ayrılacak ve müminler, hiç tereddüt göstermeden senin ardına düşerken, münafıklar yan çizmenin çarelerini arayacaklardır. Çareyi de hep yalan söylemekte bulacak ve böylece nefislerini helâk etmiş olacaklardır. Çünkü içleriyle, vicdanlarıyla cebelleşeceklerdir. Vicdanları bilmekte ve tasdik etmektedir ki, esasen cihada gitmeye hiçbir manileri yoktur. Mazeret olarak ileri sürdükleri şeyler, sadece kendilerini kandırmak için söylenmiş bahanelerdir. Bunu bildikleri için de vicdanları rahat değildir. Vicdanen rahat olmayan bir insanın helâki ise çok yakındır.

 

Tebük öncesi Medine atmosferini bilmek, meseleyi daha iyi anlama adına çok önemlidir. Onun için kısaca o atmosferden bahsedelim: Müminler henüz bir seferden dönmüşlerdi. Biraz dinlenip toparlanmaya ihtiyaçları vardı. Meyvelerin hasat vakti gelmişti. Hava, alabildiğine sıcaktı. İşte tam bu esnada Allah Rasûlü’nden yeni bir davet vuku buldu. İnananlar yeni bir sefere çağrılıyordu.

 

Müminler, her şeyleriyle bu davete icabet ettiler. Hz. Ebu Bekir (r.a.), bütün mal varlığını ortaya döktü ve Allah Rasûlü’nün huzuruna getirdi. Faruk-u Azam, malının yarısını bu uğurda dağıttı. Hz. Osman (r.a.)’ın verdiğinin ise haddi hesabı yoktu. Hz. Ali (r.a.)’ye gelince O, kendi ihlâs anlayışı içinde malının bir kısmını gizli, diğerini de açıktan veriyor ve bu hayır kervanına böyle iştirak ediyordu. Diğer müminler de kendi durumlarına göre saçıldılar. Herkes, elindeki imkânı son kuruşuna kadar harcama yarışına girdi. Kadınlar da bu yarışa iştirak etmişlerdi. Hz. Âişe (r.a.) validemizin hücre-i saadetleri ziynet eşyalarıyla dolmuştu. Kimisi boynundaki gerdanı, kimisi kolundaki bileziği, kimisi de kulağındaki küpeyi çıkarıp vermişti. Rasûlullah (s.a.v.)’ın davetine müminlerin icabet şekli buydu.

 

Münafıklara gelince, onlar Allah Rasûlü’ne tâbi olmayı havanın sıcak, yolun uzun olmaması, hasat vaktinin girmemesi... vb gibi şartlara bağlıyorlardı.

İçlerinden bazıları ise çok daha değişik teklifle geliyor ve Allah Rasûlü’nden izin istiyordu. Cedd b. Kays, bunlardandı. Oysa her gün ezan okununca namaz için mescide koşup gelen bir insandı. Fakat bir türlü kendini aşamamış, içine imanı yerleştirememiş, imanını iz’an haline getirememiş fedakârlıklara katlanma kararını verememiş, dolayısıyla varacağına varamamıştı. Yolda kalmış bir insandı. Allah Rasûlü’ne geldi. İki Cihan Serveri, bizzat kendi elleriyle kendi bineğinin tımarını yapıyordu. Kays’ı görünce, ‘Sen de mi gelmiyorsun?’ dedi. Gelmesi beklenmeyen biri değildi. Ama işte gelmiyor, daha doğrusu, gelemiyordu. Allah (c.c.), ona bu şerefi nasip etmeyecekti. Küstah ve küstah olduğu kadar da sudan bir bahane ile Efendimiz (s.a.v.)’den izin istedi ve ‘Benim kadınlara karşı zafım var. Benî Esfar’ın (Rum) kadınlarını görürsem dayanamaz ve günaha girerim. Beni oraya götürüp de fitneye sokma, bana izin ver’ [206] Dedi. Kur’an, onun bu tavrını anlatırken şöyle diyordu:

“Onlardan ‘Bana izin ver, beni fitneye düşürme’ diyen vardır. Bilin ki, onlar zaten fitneye düşmüşlerdi. Ve şüphesiz ki cehennem, kâfirleri kuşatmaktadır.” [207]

 

Bir başkası da, “Bu sıcakta dışarıya çıkmayın, sefere gitmeyin.” [208] Diyordu. Efendimiz (s.a.v.)’in buna karşı cevabı Kur’an’ın ifade ettiği:

“(Habibim şöyle) de: ‘Cehennem ateşi daha şiddetlidir.” [209] Şeklinde olacaktı. Ateşini burada çeken, meşakkatini burada yaşayan, ıstıraplarını burada yudumlayan, orada ateşten emin ve masum olacaktır. Ama bütün zevklerini burada yaşayanlar, “Dünya hayatında sizin için güzel olan her şeyi harcadınız. Bütün sa’y ve gayretlerinizi mükâfatını dünyada bitirdiniz.” [210] Ayetinin tokadını yiyecek ve orada derbeder olacaklardır.

 

Evet, Kur’an-ı Kerim, bütün müminleri cihada çağırmaktadır. Bu çağrıya icabet edip etmememize göre ya kazanacak veya (Allah korusun) kaybedenlerden olacağız. Ya, münafıklar gibi, ‘bu rahat hayatın zevklerini terk etmek bize ağır geliyor’ diyecek, ya da sahabe (r.a.)’nin yaptığını yapacak ve varımızı, yoğumuzu, her şeyimizi ortaya dökmek suretiyle seferber olacağız.

 

Rahat ve rehaveti terk etmek adına Allah Rasûlü ve Sahabesinden örnekler:

Allah Rasûlü, hem dünyaya hükmedip hem de ukbayı kazanabilmek için yurdunu, yuvasını, yerin göbeği olan Kâbe’yi; doğup büyüdüğü, dağında taşında feyz-i akdesle burun buruna ve dudak dudağa geldiği Mekke’yi; semavilerle muttasıl öpüşüp duran Hira dağını terk ediyor ve böylece bize, büyük bir dava uğruna her şeyin nasıl feda edilmesi gerektiği dersini uygulamalı olarak veriyordu. Kavmi kendisini Mekke’den çıkardığı zaman O, terk edeceklerini arkada bırakmış olma ruh haleti içinde değil, aksine, her şeyi ilerde ve önünde bulacağı neşesi ve ümidi içindeydi.

 

Düşman adım adım takip ediyor ve O’nu ateşten bir çember halinde sarıyordu. Sevr mağarasına kadar böyle gelinmişti. Büyük davanın ebedî yolcusu, Medine-i Münevvere’ye gidecek, sitesini kuracak ve oradan başlayarak insanlığa hükmedecekti. Bunun için, her an ayrı bir ölümün kucağında geziyor, her gedikte ve her açıkta âdeta ölüme selam çakıyordu. Fakat bütün bunlar, O’nun içinde zerre kadar endişe meydana getiremiyordu. Gizlendiği mağaranın hemen girişinde düşmanların ayakları görülürken, Hz. Ebu Bekir (r.a.), içeri bakıp, kendilerini görecekler diye Rasûlullah (s.a.v.) adına endişeleniyor, ancak, yine Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in ifadesiyle ‘O öyle bir sekine sergiliyordu ki, sanki en emin dostlarının arasında oturuyor gibiydi.’ Hem endişe edecek ne vardı ki? Eğer Allah (c.c.), O’nu bu dünyadan alacak idiyse, ağır bir yükün altından alacak ve rahat bir âleme gönderecekti. Niye endişe etsindi ki? Her şeyiyle zâil bir dünyadan kurtulacak ve her şeyiyle baki bir âleme intikal edecek değil miydi? Niye endişe edecekti ki? Her an her halini gören, her halini bilen Allah, O’nunla beraber değil miydi? Ebu Bekir (r.a.)’in endişesine karşı, 'Dostum, o iki kişi hakkında zannın nedir ki, onların üçüncüsü Allah’tır!’ yani, "Sen, Muhammed ve Ebu Bekir’i yalnız mı zannediyorsun? Onlarla beraber bir de Allah var" diyordu ve hiç mi hiç endişelenmiyordu. O kadar ki, bütün dünya kendisine düşmanlık yapsa yine gam yemeyecek ve tasaya kapılmayacaktı. O kadar ki, herkes kendisini terk etseydi, hatta Hz. Ebu Bekir (r.a.) bile ayrılıp gitseydi, yine de, Allah (c.c.)’a dayanmışlığın güveniyle kalbi itminan içinde bulunuyordu. Ve Allah, bizim göremeyeceğimiz askerlerle O’nu teyit buyuruyordu. [211]

 

Allah Rasûlü’nü o esnada teyid eden askerlerin keyfiyetini elbette ki bilemeyiz. Ancak, bildiğimiz bir gerçek var ki, o da Allah Rasûlü’nün, Allah Teâlâ’nın askerleriyle defalarca teyit olunduğuydu. [212]

 

Bedir, bu teyidin destanlaştığı olaylardan sadece biridir. Bedir’e katılan sahabeye nasıl ‘Ashab-ı Bedir’ denmişse onlara da ‘Bedir Melekleri’ denmiştir. [213]

 

Sahabe, Bedir’deki harika tablolardan birini şöyle anlatır: Önümdeki düşmanı kovalıyor, fakat bir türlü yetişemiyordum. Derken bir kamçı sesi duydum; ardından bir atın âdeta mahmuzlandığını görüyor gibi oldum. O anda bütün âfâkı birden bire lâhûtî bir ses doldurdu. Ses: ‘Hayzum, ilerle!’ diyordu. Biraz gidince, kovaladığım adamın kamçılanmış olarak yerde yattığını gördüm. Hadise, Rasûl-i Ekrem’e nakledilince buyurdular ki, “Hayzum, Cibril’in atıdır. Kamçıyı vuran da O idi.” [214] Cibril, o gün başına Zübeyr b. Avam (r.a.)’ın sarığı cinsinden sarı bir sarık sarmış, sağa sola koşturuyordu. [215]

 

Uhud’da Rasûl-i Ekrem, Mus’ab’ını ta sabahtan kaybetmişti, fakat akşama kadar önünde savaşan bir Mus’ab (r.a.) vardı. Güneş gurub edip, kefere çekilmeye başlamıştı ki Allah Rasûlü, “Mus’ab beriye gel!” dedi. Ancak, Mus’ab zannettiği, bir melekti ve dönüp, ‘Ben Mus’ab değilim ya Rasûlallah!’ dedi. [216] Anlaşılıyordu ki, Allah (c.c) O’nu melekleriyle te’yid ediyordu. Evet, Allah, Habibini hiçbir zaman terk etmemişti. [217]

 

Huneyn’de melekler imdada yetişmiş ve o en sıkışık anda Allah (c.c), İki Cihan Serveri’ni teyitsiz bırakmamıştı. [218]

 

Cihadı terk edenler ekseriyetle hayat endişesiyle terk ederler. Oysaki rehberimiz, biricik önderimiz iki cihanın iftihar tablosu Hz. Muhammed (s.a.v.)’in terk edilmediği, bırakılmadığı gibi bu yolda yürüyenler de yalnız bırakılmayacak ve asla terk edil­me­yeceklerdir.

 

Gerçekten Allah (c.c.)’a teslim olan bir insan, bütün dünya aleyhinde olsa bile, en küçük bir endişe ve paniğe kapılmaz. Zira o hep şuna inanır: ‘Ben, Allah’a iman etmişim. Allah (c.c.), benimle beraberdir. Ne tasaya, ne de gevşekliğe lüzum yoktur. Mutlak güçlü ve mülkün yegâne sahibi olan Allah (c.c.), arkamda bana zahir ve yardımcı olduğu müddetçe hiçbir şey beni korkutamaz.’

 

Hz. Musa (a.s.)’nın arkasındakilerin düştüğü gibi bir tereddüde düşmemek lazımdır. Onlar, böyle bir seferberliğe çağrıldığı zaman, anlamsız bir endişe içinde peygamberine isyan etmiş ve Allah Teâlâ’ya karşı itimatsızlık göstermişti. Ne var ki, endişelenip geri durması, korktuğunu başına getirmekten başka bir işe yaramamıştı. Maksadının aksiyle tokat yemiş ve kırk sene Tih sahrasında şaşkın ve baygın dolaşmaya mahkûm edilmişti. [219]

 

Bizler de, üç asırlık şaşkınlık, baygınlık ve derbederliğimizin sona ermesini arzu ediyorsak, Hz Peygamber (s.a.v.)’in hakikatlerinin terbiyesi altında kendi hüviyet ve şahsiyetimize dönüp, İslâm’la bütün­leşmeye çalışmalıyız.. Çalışmalıyız ki, Allah (c.c.) da bizi kork­tuğumuz ve endişe ettiğimiz her şeyden emin kılsın. Evet, maddî menfaatlere fazla bel bağlamadığımız ve gönül kaptır­madığımız, dünya karşısında baş eğmediğimiz, aksine dünyanın getireceği maddî-mânevî hazlara ve zevklere sırtımızı döndüğümüz zaman, Allah (c.c.) da bizi aziz edecektir. İnsan vardır dünya zevk ve nimetleri için ahiretini feda eder; insan da vardır, dünyasını hep ahireti için kullanır. İşte mümin, bu ikinci tip insandır; o, dünyada Allah (c.c.)’ın kendisine verdiği her şeyi ahiret binasını kurma yolunda kullanır. Mümin, dini için yaşayan insandır. Eğer din payidar olacaksa bu takdirde onun için yaşamanın bir anlamı vardır. Aksi halde, yaşanan hayat, omuz­larda ağır bir yüktür. Mümin, dinin payidar olmadığı bir hayat şeklini sevemez ve ‘böyle hayata bin nefret olsun’ der. Gerçek müminin dilinde ve heyecanlarında ‘Kur’an-ı Kerim, yeryüzünde cemaatsiz kal­dıktan sonra cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Yetmiş beş milyon milletimin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım’ [220] sözleri yankılanır. Bu, kendini aşmış olmanın ifadesidir. Zaten kendini ve hazlarını aşmış insanın aşmayacağı hiçbir şey yoktur. [221]



[204] Tevbe sûresi, 9/38-39.

[205] Tevbe sûresi, 9/42.

[206]  İbn Hişâm, Sîre, 4/159.

[207]  Tevbe sûresi,  9/49; Buhârî, Tefsiru Sûre, (9) 9; Müsned, ¼.

[208]  Tevbe sûresi, 9/81.

[209]  Tevbe sûresi, 9/81.

[210]  Ahkaf sûresi, 46/20.

[211] Tevbe sûresi, 9/26,

[212] Müslim, Cihad ve Siyer, 58.

[213] Buhârî, Fedâilü Ashabi’n-Nebî, 11.

[214]  Müslim, Cihad ve Siyer, 58; İbn Kesîr, Tefsîr, 3/560-561.

[215]  Heysemî, Mecmeu’z-Zevaid 6/83.

[216]  İbn Sa’d, Tabakat, 3/121.

[217]  Duhâ sûresi, 93/3.

[218]  Tevbe sûresi, 9/26.

[219]  Maide sûresi, 5/26.

[220]  Tarihçe-i Hayat, Bediüzzaman, 554.

[221]  İ’lây-ı Kelimetullah veya Cihad, F. Gülen.