ADAVET
‘Adavet’, sözlükte düşmanlık, kin ve husumet demektir.
Adavet, Müslümanlar arasında birliği, ümmet olma özelliğini kaybettiren bir durum; Allah Teâlâ’nın hoş görmediği ve devamlı şekilde ondan uzak durulmasını istediği bir davranıştır. Allah Teâlâ pek çok ayet-i kerimede iman edenlerin düşmanlık üzere olmamasını buyurmaktadır. “.. Sizi Mescid-i Haram’dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya sevk etmesin. İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” [1]
“Din hususunda onlara apaçık deliller verdik. Fakat onlar, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlik ve düşmanlık yüzünden ayrılığa düşmüşlerdi. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeylerde, kıyamet günü aralarında hükmedecektir.” [2]
Düşmanlık denilince akla gelen birkaç çeşit düşmanlık vardır: Birincisi, Müslümanların kendi aralarında olan düşmanlıktır ki; Allah Teâlâ yukarıdaki ayette bunu kesinlikle yasaklamıştır. Allah Teâlâ’ya gönülden bağlanmış, O’nun rızası için hayatını sürdüren, mücadele veren insanlara karşı düşmanlık, bir insanın başına gelebilecek en büyük felaketlerden biri sayılır. Şu kudsî hadis de bize bu yönde önemli bir ölçü verir: “Kim benim veli kullarımdan birine düşmanlık beslerse, Ben o kişiye savaş açarım. Kulum bana kendisinin üzerine farz kıldıklarımdan daha sevimli bir şeyle yaklaşmaz. Kulum, nafile ibadetlerle bana yaklaşmaya devam eder. Neticede ben o kulumu severim. Onu sevince de kendisinin işiten kulağı, gören gözü tutan eli, yürüyen ayağı olurum Kulum benden bir şey isterse, ona mutlaka veririm. Kulum bana sığınırsa onu mutlaka korurum!” [3]
İkincisi, insanın ‘kötülüğü emreden kendi nefsine’ olan düşmanlığıdır. Bu davranış yüce dinimizin bizlerden istediği çok önemli ve güzel hasletlerden birisidir. Kur’an-ı Kerim ve Sünnette en çok uyanık olunması, her an kendisiyle mücadele içerisinde ve ona karşı tetikte bulunulması gereken düşman olarak, kişinin nefis ve şeytanı [4] gösterilmiş olmakla beraber, haricî düşman meselesine de yer verilmiştir. Onun içindir ki, ‘nefsine adavet (düşmanlık) eyle!’ Buyrulmuştur. Hadis-i Kudsî’de: “Nefsini düşman bil! Zira o Bana düşmanlığı sebebiyle karşıma dikilmiştir” [5] Buyrulmuştur. Peygamber Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyuruyor: “Gerçek mücahid, nefsiyle cihad edendir.” [6] Rasûlullah (s.a.v.), bu ifadeleriyle kıymeti son derece yüceltilen ‘cihad’ı, düşmanla savaş olmadığı için yapamayanlara, daha verimli bir ufuk açmaktadır: Nefsiyle, yani kötülükleri emreden nefsi ile mücadele. Bu cihat aslında, düşmanla yapılan cihattan daha zordur. Bunu yapabilen insanlar çok az görülür. Rasûlullah (s.a.v.) bu hakikate binaen nefis kavgası verene “Gerçek mücahid” demiştir. Nefisle yapılan mücadelenin de Allah (c.c.) katında makbul olması için, bunun da ‘Allah için’ yapılması gerekmektedir.
Üçüncüsü ise Hz. İbrahim (a.s.)’in müşriklere karşı söylediği sözlerde anlamını bulan kâfirlere karşı düşmanlıktır. Hz. İbrahim (a.s.) ve ashabı, kâfir olan kavimlerine: “Ey kâfirler! Biz sizin dininizi kesinlikle inkâr ettik. Bizimle sizin aranızda ebedî olarak buğz ve adavet ortaya çıktı. Siz bir olan Allah Teâlâ’ya ibadet edinceye kadar bu adavet devam eder! Dediler.” [7]
“İbrahim’de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır, onlar kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir.’ Yalnız İbrahim’in babasına: ‘Senin için mağfiret dileyeceğim, fakat senin için Allah’tan (gelecek) hiçbir şeyi (önlemeye) gücüm yetmez.’ demesi hariç. Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, Sana yöneldik. Dönüşümüz de ancak Sanadır.” [8] Kur’an-ı Kerim, “Zulme sapanlardan başkasına düşmanlık edilmez” [9] anlamındaki bildirisiyle, düşmanlığın kâfirlerin özelliklerine ve zulümlerine karşı olduğunu bildirmektedir. “İman edenlere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahudileri ve Allah’a ortak koşanları bulursun. Ve yine iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: ‘Biz Hıristiyanlarız’ diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar.” [10]
Durum böyle olduğu için müminlerin pasif, etkisiz, kendi kabuğuna çekilmiş ve sessiz bir tavır takınmasını dinimiz bizden istememektedir. Dünyanın dört bir yanında, çekildikleri son siperlerde zulme karşı direnip ayakta kalma mücadelesi veren mazlum insanların onurlu tavırları iman şuuruyla değerlendirilirse, bu çetin ve zor dönemde mazlum milletlerin yanında yer almanın, bir mümin için terk edilmez bir vazife olduğu görülür. Çünkü zulme karşı savaşmak, sadece zulme uğrayanların değil, onur sahibi her insanın vazgeçemeyeceği bir görevdir. Kur’an-ı Kerim, zulme uğrayanların yanında yer alıp zalimlere karşı savaşmanın bir insanlık borcu olduğunu şöyle hatırlatır: “Size ne oluyor da Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz, bizi halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir sahip gönder, bir yardımcı yolla’ diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar ve yavrular için savaşmıyorsunuz!” [11] Görüldüğü gibi bu ayet-i kerime, böyle bir görevden kaçmak için, hiçbir ahlâkî gerekçenin bulunmadığına dikkat çekmektedir. Bu hususta müminlerin düsturu ‘El hubbu lillah-vel buğzu lillâh-vel hükmü lillah’ yani; ‘Muhabbet, Allah için; düşmanlık, Allah için, hüküm ise Allah’a ait’ olmalıdır.
Hz. İbrahim (a.s.)’in düşüncesinde düşmanlığın sebepleri ortadan kalkmadığı müddetçe kâfirlerle dost olmamayı, onları veliler kabul etmemeyi de dinimiz bizden istemektedir. Allah Teâlâ buyuruyor:
“Ey müminler! Kendi kardeşleriniz olan müminlerin dışında kâfirleri dost kabul etmeyin! Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” [12]
“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.” [13]
“Ey iman edenler! Siz eğer kâfir olanlara uyarsanız, sizi topuklarınız üstünde gerisin geriye çevirirler. O zaman büsbütün kaybedersiniz. Hayır! Sizin mevlanız Allah’tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.” [14]
Adavet’in Sınırları
Dostlar arasında sevgi bağı bazen devam etmediği gibi düşmanlık ve husûmet de devamlı olmaz. Çünkü ikisi de insanda temel huy olmayıp sonradan gelmedir. Arızî olan şeylerin değişmesi mümkündür. Bazıları, kişilerin sevgi ve düşmanlığını; güzellerin yüzüne, çocukların ahdine (söz vermek) ve kadınların vefasına benzeterek: ‘Hiç birisinin varlığına güven ve bekasına inanma caiz olmaz’ demişlerdir.
Gerçekten nice sadakat vardır ki, dostluk derecesinde çok ileriye varmışken bir sebeple düşmanlığa dönüşür. Ve nice düşmanlık vardır ki, ateşi etrafı sarmışken zamanın geçmesiyle sevgi ve samimiyet nehrinden su içer.
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Dostunu severken ölçülü sev, günün birinde düşmanın olabilir. Düşmanına da buğzunu ölçülü yap, günün birinde dostun olabilir.” [15] Hz. Peygamber (s.a.v.), ‘Allah, kötülüğü kötülükle yok etmez, ancak iyilikle yok eder’ düsturuna tâbi olarak, kişisel hayatında kötülüğü kötülükle karşılamaz, daha ziyade affeder ve bağışlardı. O’nun bu affedici, bağışlayıcı ve kötülüklere iyilikle karşılık veren davranışları düşmanlarını yok ediyordu. Az önce kendisini öldürmek kastiyle dolu olan kimse, uğrunda canını feda etmeye hazır bir hal kazanıyordu. Kendisi uyguladığı affedici politikanın Müslümanlar tarafından da aynen uygulanmasını istemiş: “Kötülüğe iyilikle mukabele etmekle kötülüğü yok et ve insanlara güzel ahlâkla muamele et!” buyurmuştur. “Hem iyilik de bir değildir, kötülük de. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman seninle kendi arasında bir düşmanlık olan kişinin, sanki samimi bir dost gibi olduğunu görürsün.” [16]
İşte bu hikmetler nedeniyledir ki, akıllı kişiler düşmanlarla idare etme (geçinme) şartlarını tamamen kapalı tutmazlar ve dostların sevgi bağlarına tam olarak güvenmeyi doğru bulmazlar.
Bir kimse ile aralarında düşmanlık meydana gelince onun kötülüklerinden bahsetmek caiz değildir. Zira böyle bir şey gizlenemeyeceğinden ve seninle beraber onu kötüleyen kişinin gidip ona söylemesi yahut dost sandığı birine açıp oradan dolaşarak duyması mümkün olduğundan düşmanlığın şiddeti artar. Bunun için mantıklı ve edebe uygun olan, sessizliği tercih etmek ve daha değerlisi nefsin kırılması mümkün olduğu takdirde lütuf ile davranmak ve affetmektir. Çünkü iyi davranışla düşman dost olur, eski yaşananlar unutulur.
İnsanın kendisine dünyada bir defa verilen kıymetli ömrünü sürekli düşmanlık ve husumetle geçirerek keder ve huzursuzlukla yıllarını geçirmesi büyük bir kayıptır.
Dış görünüşü bakımından dost görünüp fırsat gözeten düşmanın düşmanlığı; düşmanlığını açıkça belli eden düşmanın düşmanlığından daha zararlıdır. Nitekim hastalığı gizli olan hastanın tedavisi, hastalığı açık ve belli olan hastanın tedavisinden daha zor olduğu gibi.
Adavet’ten Kurtulma Yolu: Kardeşlik
Müminler bir ‘kök’e, bir ‘asıl’a bağlıdırlar ki, o da kendilerine ‘ebedî hayatı kazandıran iman’dır. İman üzere olanlar, bu hakikat çerçevesinde din kardeşliğini, temeli toprak olan ailevî akrabalıktan daha üstün tutmuşlardır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), “Sizden biriniz kendisi için istediğini, başka kardeşi için de istemedikçe, iman etmiş olmaz” Buyurmakla, konunun ebedî hayatımız ile ilgili olduğuna dikkat çekmektedir.
Rahmet Peygamberi (s.a.v.) Medine-i Münevvere’ye hicret ettiklerinde, Enes bin Malik’in evinde Ensar ve Muhacir’in arasında, tarihte eşi ve emsali olmayan sosyal bir hadise olarak, kardeşlik tesis etmiş, bu olay tarihe ‘muâhât’ (karşılıklı kardeş olmak) olarak geçmiştir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e bağlı olan ashab-ı kiram, muâhâtta öngörülen her hususa tam bir ihlas ve sadakatle sarılmış, bu kardeşlik anlayışı içerisindeki ilişkiler, onları, birbirlerine mirasçı olacak noktaya getirmişti. Ancak böyle bir olay üzerine nazil olan ayet-i kerime bu tür veraseti yasaklamıştır.
Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, barışın her zaman anlaşmazlık ve düşmanlıklardan daha üstün olduğu belirtilmiş, onun faziletine dikkat çekilmiştir. Ayetlerde şöyle buyrulur: “Barış daha hayırlıdır.” [17]
“İnsanların toplanıp gizli konuşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak bir araya gelince; sadaka vermeyi, iyilik yapmayı veya insanlar arasında sulh yapılmasını emreden kimse müstesnadır. Kim, bu üç hayrı Allah rızasını dileyerek yaparsa, ileride biz ona büyük bir ecir vereceğiz.” [18]
Ayet-i kerimelerden anladığımız üzere iki mümin arasında çıkacak anlaşmazlık, kırgınlık ve dargınlıklarda, diğer müminlere arabuluculuk görevi verilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Müminler ancak kardeştirler. O halde kardeşlerinizin arasını bulup barıştırın. Allah’tan korkun ki, merhamet edilesiniz.” [19]
Bu hususta Sevgili Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “İnsanların arasını düzelten ve bunun için hayır amacıyla söz ulaştıran veya hayır kastıyla yalan söyleyen, yalancı değildir.” [20]
“Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu teslim de etmez.” [21]
“Müslüman’ın Müslüman’a kanı, malı ve ırzı haramdır.” [22]
“Bir kimse, mümin kardeşine yardım ettiği sürece, Allah Teâlâ da ona yardım eder.” [23] Kardeşliğin tesisini sağlamak için hediyeleşmeyi, ziyaretleşmeyi tavsiye buyurmaktadır: “Hediyeleşin, sevgi yönüyle artın. Hediyeleşin, ziyaretleşin. Çünkü ziyaret sevgiyi perçinler, hediye de kalpte karalık olan (kin ve düşmanlık) duygularını giderir, kalpteki kötü duyguları söker atar.” [24]
Bunun içindir ki, kardeşlik kutlu ve güçlü bir bağ olduğu kadar büyük bir sorumluluktur. Kardeşler arasındaki ilişkilerin nasıl olması lazım geldiği konusunda, hem Kur’an-ı Kerim’de hem de Peygamberimizin hadis-i şeriflerinde çok ciddî tavsiye ve uyarılar olduğunu görüyoruz. Bütün bu uyarı ve tavsiyelerin özünü aslında ‘kardeşlik’ kelimesi ifade etmektedir.
[2] Casiye sûresi, 45/17.
[4] Yusuf sûresi, 12/53; Haşr sûresi, 59/19.
[6] Buhari, Fedâilu'l-Cihad 2.
[7] Mümtehine sûresi, 60/4.
[8] Fussilet sûresi, 41/4.
[9] Bakara sûresi, 2/193.
[14] Âl-i İmran sûresi, 149–150.
[16] Fussilet sûresi, 41/34.
[19] Hucurat sûresi, 49/10.
[20] Buharî, Sulh, 2; Müslim, Birr, 101; Ahmed b. Hanbel, VI, 403, 404.
[21] Buharî, Mezalim, 3, İkrah, 7; Müslim, Birr, 58, 32; Ebu Davud, Eyman, 7.
[22] Müslim, Birr, 32; Ahmed b. Hanbel, III, 491.
[23] Ahmed b. Hanbel, II, 274.
[24] Tirmizî, Vela ve'l-Hibe, 6.