CİHADIN ANLAMI VE ÖNEMİ
Arapça’da ‘güç ve gayret sarf etmek, bir iş başarmak için elinden gelen bütün imkânları kullanmak’ anlamındaki ‘cehd’ kökünden türeyen cihad kelimesi, İslâmî literatürde ‘dinî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslâm’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele vermek’ şeklindeki genel ve kapsamlı anlamı yanında fıkıh terimi olarak daha çok Müslüman olmayanlarla savaş, tasavvufta ise ‘nefs-i emmare’yi (kötülüğü şiddetle emreden nefsi) yenme çabası için kullanılmıştır. [1]
İşte bu tanımlara göre, Müslümanların yeryüzünde hak ve adaletin hakim olması, zulüm ve haksızlıkların ortadan kaldırılması için yaptıkları kararlı ve bilinçli çabalarının mal ve bedenle yapılanına ‘cihad’, manevî olanına ‘mücahede’, fıkıh ve İslâmî ilimlerde yapılanına da ‘ictihad’ denilir.
Cihad, Kur’an-ı Kerim’de isim olarak dört, bundan türeyen fiil şeklinde yirmi dört yerde geçmektedir. ‘Cihad eden’ anlamındaki ‘mücahid’ kelimesi ise iki âyette zikredilmiştir. Bu âyetlerin bir kısmında cihad kelimesinden doğrudan savaşın kastedildiği anlaşılmakta, bir kısmında da cihad ‘Allah (c.c.)’ın rızasına uygun bir şekilde yaşama çabası’ şeklinde özetlenebilecek olan genel anlamıyla geçmektedir. Cihadla ilgili birçok hadis-i şerif bize kadar rivayet edilmiş olup bunlar bazı müstakil eserlere konu olduğu gibi büyük hadis kitaplarında da ‘kitâbü’l-cihad’ veya ‘fezâilü’l-cihad’ başlıkları altında toplanmıştır.
Genel anlamda cihaddan ve faziletinden bahseden hadis-i şerifler yanında kime karşı ve nasıl cihad yapılacağına dair çok sayıda hadis-i şerif vardır:
“Mücahid nefsiyle cihad edendir” [2]
“Mümin kılıcı ve diliyle cihad eder” [3]
“Müşriklere karşı mallarınız, nefisleriniz ve dillerinizle cihad edin.” [4] “Cihadın en faziletlisi zalim sultanın yanında hakkı söylemektir.” [5]
Mealindeki hadislerle Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, ümmetin içinde yapmayacakları şeyleri söyleyen ve emir olundukları şeyleri yapmayan nesiller ortaya çıkacağını haber vererek, “Kim onlarla eliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla diliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla kalbiyle cihad ederse o mümindir.” [6] Demesi, savaşa çıkmakta olan İslâm ordusuna katılmak için gelen birine annesinin ve babasının hayatta olup olmadığını sorarak hayatta olduklarını öğrenmesi üzerine, “O halde onlara hizmet yolunda nefsinle cihad et!” [7] Buyurması ve Hz. Âişe (r.a.)’nin, ‘Ey Allah (c.c.)’ın Rasûlü! Görüyoruz ki cihad amellerin en faziletlisidir; öyleyse biz de cihad etmeli değil miyiz?’ diye sorması üzerine, “Sizin için cihadın en faziletlisi makbul hacdır.” [8] Şeklinde cevap vermesi, cihadın gerek kapsamını gerekse yöntemlerini göstermesi bakımından önemlidir.
Buna göre cihad, hayatın gayesi olarak Allah (c.c.)’a kulluk etmek, Allah (c.c.) ve Rasûlü’nün koyduğu ölçülerin fert ve toplum hayatına uygulanmasına çalışmaktan İslâm’ı diğer insanlara tebliğe, İslâm ülkesini ve Müslümanları her türlü tehlike ve saldırılara karşı savunma ve bu konuda gerektiğinde savaşmaya kadar kapsamlı bir anlam taşımakta: kalp, dil, el ve silâh gibi beşerî aksiyonun ortaya konulduğu her vasıta ile yapılabilmektedir. Kitabımızın ‘Cihadın Çeşitleri’ bölümünde daha detaylı olarak bunun üzerinde durulmuştur.
İslâm hukukçuları, ilgili âyet ve hadislerden hareketle cihadı bu en geniş anlamıyla ele alıp yorumlamaları ve nefse, şeytana, fasıklara ve inanmayanlara karşı olmak üzere kısımlara ayırmaları yanında genel olarak ‘gayr-i Müslimlerle savaş’ şeklindeki özel manasını ön plana çıkararak ‘Allah yolunda can, mal, dil ve diğer vasıtalarla savaşta elden gelen güç ve gayreti sarf etmek’ şeklinde tarif etmişlerdir.
Barış ve sükûn şartlarında cihadın ‘farz-ı kifaye’, umumî seferberliği (nefîr-i âm) gerektiren bir tehlike ve saldırı halinde ise ‘farz-ı ayın’ olduğu konusunda Müslüman hukukçular görüş birliği içindedirler. Ancak Şîa’dan Ca’feriye mezhebine göre İslâm’ı tebliğ için düşman ülkesine yönelik olarak yapılan cihad, ancak masum İmam’ın veya onun özellikle bu konuda yetkili kıldığı naibinin iznine bağlıdır. Gaybet zamanında bu anlamda cihad söz konusu değildir. Düşmanın İslâm ülkesine saldırması halinde ise herhangi bir izne bağlı olmaksızın karşı konulur. Diğer taraftan Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bir savaş dönüşünde söylediği belirtilen ve daha çok tasavvuf ehlince önem atfedilen, “Küçük cihaddan (savaş) büyük cihada (nefisle mücahede) döndük.” sözünün zayıf hadis olduğu ileri sürülmekle birlikte İbn Kayyim el-Cevziyye, “Mücahid nefsiyle cihad edendir.” [9] Mealindeki hadis-i şerife dayanarak kulun nefsiyle olan cihadının dış düşmanlara karşı gerçekleştirilen cihada oranla asıl olduğunu, Allah (c.c.)’ın emirlerine uyma konusunda nefsiyle cihad edemeyen kimsenin düşmanla cihad edemeyeceğini belirtir. [10]
Bu kapsam genişliğine rağmen İslâm hukukçularının daha çok ‘Müslüman olmayanlarla savaş’ anlamındaki cihada ağırlık vermeleri, bu tür cihadın hukukî bir nitelik arz etmesi ve birtakım hukukî sonuçlar doğurması sebebiyledir. Nitekim fıkıh kitaplarında, başta savaş ve barış münasebetleri olmak üzere devletler hukukuyla ilgili konuların ele alındığı bölümler ‘kitabü’l-cihad’ (veya kitabü’s-siyer) şeklinde adlandırılmıştır. Bunun yanında nefisle mücahede şeklindeki cihadla daha çok tasavvuf ehli ilgilenmiştir. Bu sebeple cihadın savaştan ibaret olduğunu düşünmek gerçeği yansıtmadığı gibi cihada yalnız savaş anlamının verilmesi, Kur’an ve Sünnet’te ifade edilen anlam ve kapsamı bakımından eksik ve yanlış sayılır. Yukarıda işaret edilen hadisler yanında, kâfirlere boyun eğmeyip kendilerine karşı Kur’an-ı Kerim ile güçlü bir cihadın yapılmasını emreden âyet ile [11] Allah (c.c.)’ın rızasını elde etmek için cihad edenlere O’na ulaştıracak yolların gösterileceğini vaad eden âyette [12] cihad kelimesinin silahlı savaş anlamına gelmediği açıktır. Ayrıca münafıklarla savaşı gerektiren herhangi bir hükmün bulunmamasını ve fiilen de onlara karşı hiçbir zaman savaşa başvurulmamasını göz önüne alan müfessirler, “Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et!’ [13] Mealindeki âyette geçen cihadın hem kâfirlere karşı gerektiğinde savaş yapmayı, hem de münafıklara karşı kendilerini İslâm’a kazanmak için delil ortaya koyma, sertlik gösterme, onları azarlama gibi silâhlı savaş dışında bazı yollara başvurmayı ifade ettiğini bildirmişlerdir. Esasen Kur’an-ı Kerim’de, ‘iki grup arasında meydana gelen silâhlı çatışma’ anlamındaki savaş karşılığında ‘harp’ [14] ve ‘kıtal’ kelimeleriyle bunların türevleri kullanılmıştır. [15]
Müslüman hukukçular, genel olarak cihadın anlamı ve hükmü yanında kâfirlere karşı cihadın hukuken meşru olmasının sebepleri üzerinde de etraflıca durmuşlardır. Konunun ele alındığı Batı kaynaklarının hemen hepsinde cihadın, bütün dünya Müslüman oluncaya veya İslâm hâkimiyetine boyun eğinceye kadar Müslüman olmayanlarla savaşmayı ifade ettiği ileri sürülmüştür. Fakihlerin bazı ifadelerinden hareketle bu iddiayı ileri süren Batılı araştırmacılardan hiçbirinin İslâm’da savaşın meşruluğu ile ilgili olarak İslâm hukuk literatüründe ortaya konan görüşlere yer vermemesi ve bunlara ait tartışmaları görmezlikten gelmeleri dikkat çekicidir. İslâm hukukçuları, Kur’an ve Sünnet’te belirtilen esaslara göre gerek savaş öncesi ve savaş esnasında, gerekse sonrasında uyulması gereken kuralları kendi zamanlarındaki şartlar çerçevesinde en ince ayrıntılarına kadar inceleyip tespit ettikleri gibi harbin meşruluğu meselesini de tartışmışlardır. Hanefîler ile birlikte Hanbelî ve Mâlikî mezheplerine mensup hukukçuların oluşturduğu çoğunluğa göre İslâm’da savaşın sebebi, inanmayanların Müslümanlara savaş açmaları ve saldırgan olmalarıdır. Şâfiî mezhebi ise onların kâfir olmalarını başlı başına bir savaş sebebi saymışlar, Zahirîlerle bazı Hanbelî ve Mâlikî hukukçuları da bu görüşü benimsemişlerdir. Buna göre İslâm hukukçularının çoğunluğu, savaşın meşruiyet sebebinin düşmanın tecavüzü olduğunu, Müslümanlara karşı savaşmayanlarla savaşmanın ve sadece Müslümanlığı benimsemediği için bir insanı öldürmenin caiz olmadığını belirtmiştir.[16]
Şâfiî âlimleri ve onları destekleyen bazı fakihlere göre Müslümanlardan veya antlaşmalı kimselerden başkası kalmayıncaya kadar mümkün oldukça savaşın sürdürülmesi gereklidir. Bu hukukçuların dayandığı başlıca deliller şunlardır:
“Haram aylar çıktığı zaman artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, hapsedin, bütün geçit yerlerini tutun!” [17] Mealindeki âyet Müslüman olmayanlarla savaşmayı, herhangi bir tecavüze karşılık verme şartına bağlamaksızın mutlak şekilde emretmekte ve harp sebebinin onların kâfir olduğunu göstermektedir. Bu görüşü benimsemiş olanlar, Müslümanlara kendileriyle savaşanlarla savaşmalarını emreden Bakara sûresi, 2/190. ayetin harbi mutlak olarak emreden âyetlerle nesh edildiğini ileri sürerler. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, “İnsanlarla, ‘Allah (c.c.)’tan başka ilâh yoktur’ demelerine kadar savaşmakla emir olundum.” [18] Mealindeki hadisi de gayr-i Müslimlerle savaş sebebinin onların küfrü olduğunu göstermektedir. Çünkü burada ancak onların Müslüman olmaları ile savaştan vazgeçileceği belirtilmiştir.
Küfür (kâfir olmak), bir insan için en büyük suç ve aynı zamanda ‘münker’in en kötüsüdür. Bu sebeple onun devam etmesine izin vermek caiz değildir. Zira ‘mefsedet’in yani fitne ve anarşi unsurlarının ortadan kaldırılması vaciptir. Allah (c.c.)’ı inkâr ise mefsedetin en büyüğüdür. Savaşın mubah olmasını, inanmayanların Müslümanlara karşı harp açmalarına, düşmanlık ve tecavüzde bulunmalarına bağlayan Hanefî hukukçularının dayandıkları deliller de şunlardır:
1.“Müşrikler sizinle nasıl topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekûn savaşın.” [19]
“Fitne kalmayıncaya ve din de yalnız Allah (c.c.)’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zulmedenlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur.” [20] Mealindeki âyetlerin ilkinde İbnü’l-Hümâm’a göre müşriklere karşı girişilen savaş onların Müslümanlara savaş açmaları sebebine dayandırılmış, ikincisinde ise savaş, gayr-i Müslimlerin güç ve hâkimiyetlerini zayıflatarak Müslümanları dinleri hususunda fitneye düşürmelerine engel olmak maksadıyla emredilmiştir. [21] Esasen savaşı ilk emreden, “Size savaş açanlarla Allah (c.c.) yolunda siz de savaşın, ancak aşırı gitmeyin, çünkü Allah (c.c.) aşırı gidenleri sevmez.” [22] Mealindeki âyet de savaş sebebinin yine savaş olduğunu göstermektedir.
2. Hz. Peygamber (s.a.v.) savaş sırasında bir kadının öldürülmüş olduğunu görünce, “Bu kadın savaşmıyordu!” Diyerek hoşnutsuzluğunu ifade etmiş, öncü birliklerin başında bulunan Halid b. Velid’e haber göndererek kadın ve çocukların öldürülmemesini emretmiştir. [23] Bu olay, yalnız kâfirlerin kötülüklerini ve Müslümanlar üzerindeki her türlü olumsuz tesirlerini önlemek için savaşılacağını gösterir. [24] Eğer savaşın sebebi küfür olsaydı kâfir kadınların da öldürülmesi gerekirdi. Kadın fiilen savaşmadığı için öldürülmesinin haram olduğu anlaşılmaktadır. Bunun gibi, dinden dönen kadının öldürülmemesiyle ilgili hüküm de kadının muharip sayılmamasıyla izah edilmiştir. [25] Aynı sebebe bağlı olarak savaşta çocuk, yaşlı, kör ve hastalarla din adamları ve çiftçiler gibi savaşamayan veya fiilen muharip olmayanların da öldürülmeyeceği hükme bağlanmıştır.
3. Kalple ilgili bir durum olan inanmamanın zararı başkasına dokunmadığı için cezasının da dünyada değil âhirette verilmesi gerekir. Ancak inanmayan kimse müminlere savaş açtığı takdirde küfrünün zararı suçsuz insanlara dokunmuş olacağından kendisine karşılık vermek vacip olur. [26]
4. “Fitne kalmayıncaya ve din de yalnız Allah (c.c.)’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zulmedenlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur.” [27] Mealindeki âyet, savaşın meşru kılınmasındaki maksadın kulların Allah (c.c.) tarafından imtihan edilmeleri değil; düşmanın şerrini Müslümanlardan defetmeleri olduğunu göstermektedir. Buna göre savaş, ilâhî teklife muhatap ve onu yüklenmeye uygun bulunan insanın yok olmasına veya bünyesinin tahrip edilmesine yol açtığından İslâm hukukunda ‘li-aynihî hasen’ yani ‘kendi özelliğinden güzel’ değil; ‘li-gayrihî hasen’ yani ‘kendi özelliğinin dışındaki durumlardan, sonuçlardan dolayı güzel’ kabul edilmiş, düşmanın üstünlük ve mukavemetini kırmak, bu suretle şerrini defetmek için meşru kılınmıştır.
Savaşın meşruluğuyla ilgili bu iki farklı görüşü savunanlardan harp sebebinin küfür olduğunu ileri süren hukukçuların delil gösterdiği âyetler, gayr-i Müslimlerle girişilen savaş sırasında veya bunu sonuçlandırmak için takip edilecek hususları açıklamakta, savaşın niçin yapıldığını değil nasıl yapılacağını göstermektedir. İlk nazil olan âyetlerde savaşın meşru sayılmasının sebebinin kâfirlerin saldırı ve zulümleri olduğu açıkça belirtilmiştir. [28] Son âyetlerde ise sebebi bir kere daha tekrar etmeye gerek görülmeyip savaşta uygulanacak stratejiden söz edilmektedir. Bu âyetlerin ilk nazil olan âyetleri nesh ettiği yolundaki iddianın ilmî bir dayanağı yoktur. Söz konusu âyetlerin uygulama alan ve şartları farklı olup aralarında çelişki bulunmadığı gibi ilk âyetlerde tecavüze karşı savaşmanın vacip olduğu belirtildiğinden bu tür âyetlerin nesh edilmiş olduğunu söylemek de mümkün değildir.
Küfrün savaş sebebi olduğunu savunanların delil olarak gösterdikleri hadis-i şerifte geçen ‘insanlar’dan maksat özellikle Arap müşrikleridir. Çünkü Arap olmayan müşriklerle Ehl-i kitabın tabi olduğu hükümler bu hadiste belirtilenden farklıdır. Ehl-i kitap’la yapılan savaş onların cizye vermesiyle sona erer, Müslüman olmaları şart değildir. [29] Arap müşrikleri ise baştan beri İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanlık ve tecavüzlerini sürdürdükleri, yapılan antlaşmaları her defasında bozdukları için bunlarla Müslüman oluncaya kadar savaşılması emredilmiştir.
İslâmiyet, dinin kabul edilmesi noktasında insanlara baskı yapılmasını kesinlikle yasaklamış, zor ve baskı altında gerçekleşecek imanın geçersiz olduğunu hükme bağlamıştır. Kin ve nefrete yol açan savaşı bir tebliğ vasıtası olarak düşünmek mümkün değildir. Ayrıca inanmayan kimselerin hayatlarının sonuna kadar her an iman etmeleri ihtimali vardır. İmana gelmeleri için onlarla savaşmak, savaş sırasında öldürülenler için bu imkânı ortadan kaldırmaktadır. Şu halde Müslümanlara silâhlı saldırıda bulunmayan gayr-i Müslimlere karşı öncelikle yapılması gereken şey onlarla savaşmak değil öncelikle barışçı davet ve tebliğ yollarına başvurmaktır.
Savaş sebebinin küfür olduğunu ileri süren hukukçular bu hükme varırken kendi zamanlarındaki milletlerarası şartlardan, Müslümanların devamlı olarak kâfirlerin tecavüzlerine uğramış olması gerçeğinden etkilenmiş olmalıdırlar. Gayr-i Müslimlerin Müslümanlara karşı savaş açmalarını cihadın sebebi sayan Hanefî hukukçuların aynı zamanda cihadın farz-ı kifaye olduğunu, gayr-i Müslimler kendileriyle bilfiil savaşmasalar bile onlarla savaşmanın Müslümanlar için bir vecibe teşkil ettiğini belirtmeleri [30]; bir çelişki olmayıp kendi zamanlarında Müslümanlarla gayr-i Müslimler arasında sürekli savaş halinin mevcut olduğunu, düşmanın güçlenmesini ve saldırılarını önlemek için karşı saldırıların sürdürüldüğünü gösterir. Aynı ifadeleri eserinde kaydeden Serahsî’nin buna karşılık bir yerde, ‘Küfrün fitnesini ve kâfirlerin şerrini Müslümanlardan defetmek için savaşılır’ [31]; bir başka yerde de, ‘Cihaddan maksat Müslümanların emniyet içinde olmaları, din ve dünya işlerini yürütmeye imkân bulmalarıdır’ [32] demesi bunun açık delillerinden biridir. Nitekim Debûsî Ehl-i kitap’la savaşı emreden âyeti [33] yorumlarken bu savaşın gayesini onların Müslümanlarla barış içinde yaşamalarını sağlamak şeklinde izah etmiş, diğer bazı Hanefî âlimleri de gayr-i Müslimlerle cizye karşılığında yapılan antlaşmadan (zimmet akdi) güdülen gayenin Müslümanlara karşı açılan savaşın şerrini defetmek, düşmanın savaşı terk ederek Müslümanlarla barış içine girmesini sağlamak olduğunu söylemişlerdir. [34]
Bütün bunlardan, Müslüman hukukçuların kendi zamanlarındaki milletlerarası şartlar çerçevesinde gayr-i Müslim dünyaya karşı tam bir güvensizlik duydukları anlaşılmaktadır. Birçok âyette de işaret edildiği gibi, gerek Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sağlığında gerekse sonraki devirler boyunca Müslümanların mâruz kaldıkları düşmanlık ve saldırılar bu güvensizliğin temelini teşkil etmiş, İslâm dünyası ile gayr-i Müslim dünya arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde büyük ölçüde bu tarihî tecrübe rol oynamıştır. Bu hususu göz önüne almadan Müslümanların inanmayanlara karşı tutumunu ve bazı hukukçuların cihada dair bir kısım âyetlerle ilgili aşırı sayılabilecek nesih iddiaları ve yorumlarını sağlıklı bir şekilde değerlendirmek mümkün değildir. İslâm hukukçularının, gayr-i Müslimlerle ilişkiler konusunda hüküm verirken içinde bulundukları tarihî ve siyasî şartlar Batılı araştırmacılar tarafından dikkate alınmadığı gibi bu araştırmacılar hemen hemen bütün güçlü ülkelerin birbirleriyle çatışma halinde olduğu Ortaçağ boyunca devletler arasında hüküm süren ilişki biçimini de yalnız Müslümanların eseri olarak göstermeye çalışmışlardır. Gerçekte özellikle Hanefîler’in cihada dair görüşleri milletlerarası ilişkilerde barışı ve devletlerin eşitliğini esas almakla birlikte mevcut şartlar bu anlayışın gelişip yerleşmesine imkân vermemiştir. Cihadın meşrû oluşuyla ilgili olarak teoride birbirinden farklı görüşler ileri sürmelerine rağmen Hanefî ve Şafiî kaynaklarında benzer görüş ve ifadelerin yer alması, tamamen pratikteki şartların aynı ilişki biçimini gerektirmiş olmasıyla izah edilebilir. Bir başka ifadeyle cihadın meşruluğu konusunda nazarî olarak bir grup küfrü, bir grup da Müslümanlara savaş açılmasını esas almakla birlikte özellikle kilisenin etkisiyle daima canlı tutulan düşmanlık ve saldırılardan kaynaklanan şartlar, uygulamada hem Şâfiîler’in hem de Hanefîler’in aynı ilişki biçiminde karar kılmalarına yol açmıştır.
Tarih boyunca Müslüman devletlerin gayr-i Müslim ülkelerle yaptıkları savaşlarda her biri ayrı ayrı ele alınmak durumunda olan tarihî, siyasî, dinî birtakım sebepler bulunmakla birlikte, İslâm’ı tebliğ için girişilen fetih hareketleri de söz konusu ülkelerdeki insanları zorla İslâm’a sokmak amacıyla değil ferdî planda tebliğ imkânının bulunmadığı bu ülkeleri herkesin dilediği inancı serbestçe seçebileceği şekilde tebliğe açmak gayesiyle yapılmıştır. Nitekim İslâm’da meşru kabul edilen savaş için cihad kelimesi kullanıldığı gibi bu hareketleri istilâ ve sömürü savaşlarından ayırmak için de özellikle ‘fetih’ (açmak) tabiri kullanılmıştır.
Batılı araştırmacıların, cihadın meşruluğunu yalnızca küfür sebebine bağlayan bazı ulemâya ait görüş ve sözleri ele alarak genellemede bulunmaları ve bu ifadeleri maksatlarını aşacak şekilde yorumlarken gayr-i Müslim ülkelerin tarih boyunca Müslümanlara karşı sergilediği saldırgan tavır konusunda sessizliği tercih etmeleri ibret vericidir. Halbuki Kur’an-ı Kerim’in, Müslümanlara karşı düşmanlık beslemeyen gayr-i Müslimlerle iyi ilişkiler kurma yönündeki açık tavsiyelerine [35] ve İslâm tarihi boyunca gayr-i Müslimlerin İslâm ülkelerinde güven içinde yaşamış olmalarına karşılık Hıristiyan âlemi asırlar boyunca papalığın da etkisiyle İslâm dünyasıyla düşmanca ilişkiler içinde bulunmuştur. Bütün Hıristiyan Batı dünyasının katıldığı Haçlı seferleri ve bunun İslâm dünyasında yol açtığı yıkımlar yanında Sicilya ve Endülüs’te insanlığın en ihtişamlı medeniyetlerinden birini kurmuş olan bir devleti ve milleti kökünden yok edecek ölçüdeki Müslüman kıyımını doğuran bu düşmanlığın günümüz şartları, metotları ve vasıtalarıyla halen sürdürüldüğü yönünde hemen bütün Müslüman milletlerde genel bir kaygı vardır. Bugün 21. Asra girerken Bosna-Hersek, Afganistan, Hindistan, Irak, Doğu Türkistan, Filistin’de ve dünyanın diğer birçok yerinde Müslümanların mal, can, namus, kitaplar, devlet arşivleri, tarihî eserler ve dinî kurumlar gibi bütün değerlerine karşı sürdürülen tecavüzler, tarihte olduğu gibi günümüzde de Müslüman milletlerin onlarla ilgili kaygı ve kuşkularını haklı gösterecek niteliktedir. Ayrıca son birkaç asırdan beri Batı’nın İslâm dünyasına yönelik sömürgeci politikaları ve bunun doğurduğu sonuçlar, tarih boyunca İslâm dünyasında yaşayan gayr-i Müslimlere can ve mal güvenliği sağlamanın da ötesinde dinî ve millî kimliklerini koruma konusunda tanınan imkân ve hoşgörü ile karşılaştırıldığında, iki din ve medeniyetten (İslâm-Hıristiyanlık) hangisinin diğer din mensuplarına karşı daha saygılı ve müsamahalı davrandığını açık bir biçimde görmek mümkündür.
Cihad, Allah (c.c.)’a iyi bir kul olmak ve O’nun rızasını kazanmak için İslâm esaslarını öğrenme, öğretme, bireysel ve toplumsal alanda yaşama, yaşanmasına çalışma, İslâm’ı tebliğ ve bu hususlarda içte ve dışta karşılaşacağı engelleri aşma konusunda olunması gereken şuurlu ve sürekli gayret ve aksiyon halini ifade eder. “Bizim (rızamıza ulaşmak için) uğrumuzda cihad edenlere elbette (bize ulaştıracak) yollarımızı göstereceğiz.” ve “Allah (c.c.) uğrunda (Allah (c.c.)’ın rızasına ulaşmak uğrunda) hakkıyla cihad edin!” mealindeki âyetler cihadın bu kapsamlı anlamını içermektedir.
Müslümanların bütün hayat ve faaliyetinin Allah (c.c.) rızasını kazanmaya yönelik olması gerektiği ve bu anlamdaki bütün gayretler cihad kavramı içinde mütalaa edildiğinden Allah (c.c.) rızasına ulaşmak için başvurulan bir savaş da cihad sayılır. Esasen istilâ, sömürü ve tecavüz için yapılan savaşları tanımayan İslâm dini [36] savaşa ancak Müslümanların can ve mal güvenliğini sağlamak, hak ve hürriyetlerini korumak, İslâm’a ve İslâm ülkelerine yönelik saldırıları önlemek amacıyla başvurulacağını hükme bağlamış ve meşru gördüğü bu savaşı diğerlerinden ayırmak için de ona cihad adını vermiştir. Bunun yanında Kur’an-ı Kerim’in, Müslümanların sadece en güzel şekilde tebliğ yapmakla mükellef olduklarını [37] birine dini kabul ettirmek için baskı yapılamayacağını ve baskı altında gerçekleşecek imanın geçersiz olduğunu açıkça belirten hükümlerini [38] göz ardı ederek cihadı gayr-i Müslimleri zorla Müslüman yapmanın bir vasıtası olarak takdim etmek ve “Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, Allah (c.c.)’tan afiyet (esenlik ve barış) dileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.” [39] Diyen rahmet peygamberini dünyaya savaş ilân etmiş gibi göstermek ilmî gerçekler yanında ahlâkî ölçülerle de bağdaşmaz. [40]
Batılı araştırmacıların cihadın anlam ve mahiyetiyle ilgili olarak gerçeği yansıtmayan görüşleri yanında cihadı ‘mukaddes savaş’ (holy war, guerre sainte) şeklinde tercüme etmeleri de doğru değildir. Cihad kelimesi her zaman savaş anlamını ifade etmediği gibi pratikte savaşın mukaddes sayılması da hayat anlayışından kaynaklanmaktadır. Müslüman Batı hayat anlayışına göre mukaddes sayılabilecek belki tek şey olan ibadeti bile gösteriş veya maddî menfaat maksadıyla yapar da Allah (c.c.)’ın rızasını gözetmezse dince makbul sayılan bir iş yapmış olmaz, hatta bu durum onu şirke kadar götürebilir. Buna karşılık onlarca mukaddes sayılmayan yeme, içme gibi tabii şeyleri, ilâhî bir emanet olan hayatın sürdürülmesi, sağlığın korunması ve dolayısıyla yaratanın rızasına vesile olacak davranışlarda bulunmak amacıyla yaparsa bu bir ibadet olur. Savaş da böyledir ve yalnız Allah (c.c.) rızası için yapılır. İslâm’ın bu hayat anlayışı Kur’an-ı Kerim’de, “De ki, şüphesiz benim namazım da ibadetlerim de hayatım da ölümüm de âlemlerin rabbi Allah (c.c.) içindir.” [41] Şeklinde dile getirildiği gibi bir başka âyette de, “İman edenler Allah (c.c.) yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise şeytanın (tağut) yolunda savaşırlar.” [42] Denilmiştir.
[1] T. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
[2] Tirmizî, Fezâ’ilü’l-Cihad, 2.
[5] Ebû Dâvûd, Melâhim, 17; Tirmizî, Fiten, 13.
[7] Buharî, Cihad, 138; Müslim, Birr, 5.
[9] Tirmizî, Fezâ’ilü’l-cihad, 2.
[11] Furkan sûresi, 25/52.
[12] Ankebût sûresi, 29/69.
[14] Mâide sûresi, 5/64; Enfâl sûresi, 8/57; Muhammed sûresi, 47/4.
[15] Bakara sûresi, 2/190-191, 193; Nisa sûresi, 4/74-76; Tevbe sûresi, 9/12-13.
[16] T. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
[18] Buhârî, İman, 18; Ebû Davud, Cihad, 104.
[20] Bakara sûresi, 2/193.
[21] Fethu’l-Kadir, V, 189.
[22] Bakara sûresi, 2/190.
[23] İbn Mâce, Cihad, 30; Hâkim, 11, 122; Beyhaki, IX, 91.
[24] Mebsût, Serahsî, 10/5.
[25] Radıyyüddin es-Serahsî.
[26] Mebsût, Serahsî, 381; Kâsânî, IV, 3; Zeylaî, VI, 104.
[27] Bakara sûresi, 2/193.
[28] Hac sûresi, 22/39-40; Bakara sûresi, 2/190; Nisâ sûresi, 4/75; Tevbe sûresi, 9/13.
[30] İbnü’l-Hümâm, V, 193; İbn Âbidîn, IV, 123.
[31] Mebsût, Serahsî, X, 2-3, 5.
[32] Mebsût, Serahsî, X, 3.
[34] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
[35] Ankebût sûresi, 29/46; Mümtehine sûresi, 60/8-9.
[36] Bakara sûresi, 2/205; Nisa sûresi, 4/94; Kasas sûresi, 28/83; Şûrâ sûresi, 42/41-42.
[37] Mâide sûresi, 5/67; Nahl sûresi, 16/125; Ankebût sûresi, 29/46.
[38] Bakara sûresi, 2/256; Yûnus sûresi, 10/99; Kehf sûresi, 18/29; Hucurât sûresi, 49/14.
[39] Buharî, Cihad, 112, 156; Müslim, Cihad, 19-20; Ebû Davûd, Cihad, 89.
[40] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
[41] En’âm sûresi, 6/162.