FERDİN HÜRRİYETLERİ

 

A) ŞAHIS HÜRRİYETİ

 

Hukukçulara göre şahıs hürriyeti ferdin davranış hürriyetleri, seyahat hürriyeti, nefsi müdafaa hürriyeti, ancak kanunun gerektirdiği hallerde tutuklanmak, cezalandırılmak veya hapsedilmek, taşınma ve devlet arası seyrüsefer hürriyetlerini ifade eder.”  (9)

 

Şahıs Hürriyeti İslâm Hukukunda Garanti Altındadır

 

Hukuk bilginlerinin ileri sürdüğü bu anlamıyla şahıs hürriyeti, hatta bu anlamdan daha geniş bir muhteva ile İslâm Devletinde teminat altına alınmıştır. Çünkü bu hürriyete tecavüz zulüm demektir; İslâm ise zulmü kesin olarak yasak etmiştir. Halkın hayatına, canlarına, mallarına kastedip göz koyanları men eden cezalar ile İslâm kanunlarının çerçevelediği yasakları harekete geçirerek İslâm Devleti ferdi, hayatını, canını ve malını himaye eder. (10) Ferdin şahıs hürriyetini kısıtlayan herhangi bir tecavüz halinde, zikredilen ceza ve müeyyideler rasgele veya bir zan ya da şüphe üzerine suçluya tatbik edilmez. Aslolan suçlunun beraetidir; ancak suçu tespit edildikten sonra ceza uygulanabilir. Buna bağlı olarak ceza ferdîdir, umumî değildir. Sadece suçlu cezalandırılır. (Eskiden bir ferd suç işleyince dahil olduğu aile cezalandırıldı.) Oysa Allah “Birinin günahını diğerine yüklemeyin” buyurmuştur.

 

Ferdin seyahat hürriyetine gelince, Kur’an-ı Kerim ibret almak, tecrübe edinmek ve kazanç sağlamak için bunu bir hak olarak tanımıştır. “(Acaba müşrikler) kendilerinden evvelkilerin akibetlerinin nice olduğunu görmeleri için hiç de yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı?” (11)

 

“O halde onun omuzlarında yürüyün. Yeryüzünde gezin (Bu, yerin insanların istifadelerine amade ve müsait bir durumda yaratıldığını ifade eden bir temsildir. Arz omuzlarında yürünecek bir halde hor ve müsahhar kılınınca artık insanlara boyun eğmeyecek hiçbir müşkil yok demektir.” (Beydavî. Ayrıca bu âyette insanları, bilhassa Müslümanları daima yükselmeye bir teşvik vardır.) Allah’ın rızkından yiyin. (Yalnız faydasız gezip dolaşmakla iktifa etmeyin.) Fakat şunu daima hatırlayın ki son gidiş ancak Allah’adır.” (12)

 

Allah (c.c.)’ın tanıdığı, yani verdiği hürriyeti İslâm devleti de tanımaya mecburdur. Bazı fertlere nispetle bu hürriyeti kayıtlamayı ya da kısıtlamayı gerektiren bir zaruret bulunmadıkça, fertlerin seyahat hürriyeti garanti altındadır. Hiçbir şekilde kısıtlanamaz. Hz. Ömer (r.a.) görüş ve fikirlerinden faydalanmak için bazı büyük sahabilerin Medine’den çıkmalarını, zikredilen zaruret dolayısıyla menetmişti.

 

Ferdin Şeref ve Şahsiyetini Devletin Himaye Etmesi

 

Devletin ferdi himayesi, onu hayatını, malını, canını tecavüzden korumanın sınırında durmaz. Aksine onun değer ve şerefini her türlü düşüklük ve hamiyetsizlikten korumaya kadar varır. Ona ne boyun eğdirir, ne de şahsiyetsizliğine müsamaha gösterir. Çünkü Müslüman, her şeyden önce aziz şerefli, haysiyetli ve hamiyetli olmalıdır. Allah (c.c.) buyurur ki: “İzzet ancak Allah’a, Peygamberine ve Mü’minlere mahsustur.” Alçak ve korkaktan hayır gelmez. İslâmi vazife mükellefiyetini ancak şerefli, yüksek ve hür olanlar taşıyabilirler. Bu bakımdan İslâm devleti Allah (c.c.)’ın irade ettiği gibi Müslümanda üstün değerleri yerleştirip geliştirir. Ona zarar verecek her şeyi kaldırır. Hz. Ömer (r.a.) valilerine şöyle diyordu: ‘Müslümanları dövmeyiniz. Sonra onları alçaltırsınız. İzzetleri gider.’ Hac mevsiminde hazır olanlara, eğer toplanmamış iseler halka hitap eder ve şöyle derdi: ‘Ey insanlar, şüphesiz ki ben size mallarınızı ve topraklarınızı almaları için valiler göndermedim. Sadece ganimetinizi aranızda paylaştırmak ve aranızı bulmak için gönderdim. Kendisine başka türlü davranılan varsa kalksın!’ (13)

 

Hatta devlet, ferdî izzet ve keremini gözetmekte gerekeni yapamazsa Müslüman her türlü kölelik ve düşüklüklere baş kaldırır. Çünkü onun imanı alçaklık ve korkaklığı kabul etmez. Bunlar onu Allah (c.c.)’a bağlar. Müslim her şeyi Allah (c.c.) için yapar. Sırf O’na kulluk eder ve O’ndan başkasına hiçbir zaman bağlanmaz. Bu bakımdan İslâm devletine düşen şey, İslâm inancının gerektirdiği gibi bir hayat temin etmektir. Onun bu inancı aciz ve şerefli olmayı gerektirir, alçak ve düşük olmayı değil. Bu ise ferdin izzet ve keremi için devletin içten gelen bir gayretle çalışması demektir.

 

Gayr-i Müslimlerin Şahıs Hürriyeti:

 

İslâm Hukukunda gayr-i Müslimlerin de şahıs hürriyeti vardır. Çünkü Müslüman hukukçuların tespit ettiği kaide ‘Bizim lehimize olan onların da lehine, bizim aleyhimize olan onların da aleyhinedir.’ Ancak, Hz. Ali (r.a.)’nin de dediği gibi: ‘Mallarının kendi malımız, canlarının da kendi canımız gibi olması için cizye verirler.’ (14)

 

Gayrı Müslimler devletin ve kanunun himayesinden geniş surette istifade ederler. Zaten etmeleri de gerekir. Bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Bir zimmîye kim kötü davranırsa ben onun karşısındayım. Benim kendisine hasım olduğum kimse kıyamet gününde beni yine karşısında bulacaktır.” (15) Zimmî, İslâm Hukukunda malı, namusu ve canı için teminat verilmiş gayr-i müslimdir. Gayr-i müslimle ilgili Peygamber hadislerinin (tavsiyelerinin) ışığında hukukçuların da, zimmîlerin himayesinin ve haklarına saygının zaruriliğini ifade eden sözleri vardır. Hukukçu Karafî der ki: ‘Ehl-i zimmete tecavüz eden kimse bu tecavüzü bir kötü kelime, zimmînin malı hakkında gıybet veya herhangi bir eziyet ya da bu eziyete yardımcılık şeklinde bile olsa Allah (c.c.)’ın merhametini, Peygamber (s.a.v.)’in şefaatini ve İslâm’ın teminatını kaybeder.’ İbni Hazm, Meratibü’l-İsma’ adlı eserinde şöyle der: ‘Teminat altında olan bir kimseyi, ehli harp (düşman) şehrimize girse ve o teminatlıyı öldürse, bize Allah ve Rasulünün teminatı altında bulunan o kimseyi kurtarmak veya korumak için at ve silahla savaşa çıkmamız, bundan da ötede ölmemiz gerekir. Başka bir yol kabul etmek zimmet (teminat) akdini ihmal etmek olur.’ (16)

 

B) İNANÇ VE İBADET HÜRRİYETİ

 

İslâm her ne kadar insanın akîdesini (inanç) değiştirmeye ve İslâm’ı kabule davet ederse de onu hiçbir zaman zorlamaz. Çünkü İslâm’a davet başka şey, zorlamak başka şeydir. Birinci meşru, ikinci (yasak) memnudur. İslâm’a davet hakkında Allah (c.c.) şöyle buyurur:

“(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et! Onlarla mücadeleni en güzel yol hangisi ise onunla yap!” (17) İkrah hususunda da buyurur ki:

“Dinde zorlama yoktur. Hakikat iman ile küfür (küfr) apaçık meydana çıkmıştır.” (18) İslâm hukukunda sabit kaidelerden biri de şudur: ‘Onlar dine gelmedikleri takdirde, onları kendi hallerine bırakırız.’

 

İslâm devleti inanç ve ibadetinde gayr-i Müslime engel olmaz. Peygamber (s.a.v.)’in Necranlılara gönderdiği mektupta dediği gibi:

“Necran ve civarı, malları, sakinleri, kiliseleri ve elleri altında bulunan her şeye dair Allah’ın ve Peygamberinin teminatı vardır.” (19)

 

İslâm devleti kendi sınırları içerisindeki kilise ve havraları her devirde korumuştur. Ne Müslümanlardan, ne de devletten onlara bir kötülük gelmemiştir. Aksine devlet onları korumuş ve müntesiplerine oralarda (kilise ve havralar) da ibadet edebilme imkânı hazırlamıştır.

 

İslâm hukuku fertlere o derece geniş bir inanç hürriyeti tanımıştır ki, diğer hukuk sistemlerinden hiçbiri bu derecede bir serbestliği (pratikte) benimsemeye yanaşmamıştır. İmam Şafiî, iki eşten gayr-i müslim olanının Müslüman olması için yapılan teklifi Hanefilerin hilafına kabul etmez. Çünkü kendisine göre böyle bir teklifte gayri müslim için zorlama vardır. Halbuki zimmî teminat akdi ile kendisine din hususunda ısrar veya zorlama yapılmayacağına dair garantilidir. (20) Müslüman olmayan eşe İslâm’ı teklif etmek bir nevi ısrar ve zorlamadır. Buna cevaz yoktur. İnanç hürriyetinin bu nevine, İslâm’ın koyduğu bu üstün değere hangi nizam ne zaman ulaşabilmiştir?

 

Mürted (İslâm Dininden çıkan)’in Cezalandırılmasının İnanç Hürriyeti ile İlgisi Yoktur

 

Mürted’in cezalandırılması ile söylemek istediğimiz, inanç hürriyetinden kasdettiğimiz şey başkadır. İslâm olmakla Müslüman, İslâm inanç ve ahkâmından sorumlu olur. Dinden çıktığı zaman bu yükümlülüğünü ihlâl etmiş olur ve devlet için tehlikeli olur. Ona karşı direnebilir. Bunun için de cezaya müstehak olur. Çünkü ferdin, sorumluluğunu farketmesi hukukça ifade edildiği gibi cezalandırılmasını gerektirir.

 

C) MESKEN HÜRRİYETİ

 

İslâm devletinde ferdin tabiatıyla mesken hürriyeti de vardır. Kimsenin izinsiz ve rızasız olarak ev sahibinin evine girmesine hakkı yoktur. Çünkü ferdin meskeni sırlarının mahfazası ve ailesinin barınağıdır. Ona karşı herhangi bir düşmanlık bizzat ev sahibine karşı düşmanlıktır. Bu ise zaten caiz değildir. Kendilerinin izni olmadan fertlerin evlerine girmeyi meneden çok açık hükümler konmuştur:

“Ey iman edenler, kendi (ev ve) odalarınızdan başka (evlere ve) oralara sahipleriyle alışkanlık peyda etmeden (izin istemeden) ve selâm da vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır. Olur ki iyice düşünür (hikmetini idrak eder) siniz.” (21)

 

“Eğer orada bir kimse bulmazsanız size izin verilinceye kadar içeri girmeyin. Şayet size geri dön denilirse dönüp gidin. Bu sizin için daha temizdir. Allah ne yaparsanız hakkıyla bilendir.” (22)  

 

D) İŞ HÜRRİYETİ

 

İş, meşru olmakta devam ettiği müddetçe hukuken muteber ve saygıya değerdir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “İnsanoğlu kendi elinin emeğinden hayırlı bir yemek yemedi. Allah’ın elçisi Davud da hep kendi elinin emeğinden yerdi.” İslâm devletinde fert iş hürriyetine sahip olduğu gibi, aynı zamanda devlet tarafından faizli muameleler gibi şeriatın haram kıldığı işleri yapmamak şartıyla ziraat, sanat, sanayi ve ticaret gibi sahalarda çalışmaya teşvik edilir. Bunun yanında kendisine müsaade edilen işlerde ahlâkî değerleri de göz önünde bulundurması ve bu işler sebebiyle başkasına İslâm’ın menettiği bir zarar vermemesi istenir. Fert meşru bir iş yaptığı zaman, emeğinin karşılığı (bedel, ücret, kazanç) kendisinin tabii hakkıdır. Çünkü bu onun güç ve gayretinin sonucudur.

 

“Gerçekten, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur.” (23)  

 

Devlet, Kendi Görevlilerini Ticaretten Menetmek Zorundadır.

 

‘Devletin, bir kimseyi, hukukî bir mazeret olmaksızın helâl işler yapmaktan alıkoyması caiz değildir. Vatandaşı helâl işler görmekten alıkoyacak olan daha ziyade menfaat düşkünleridir.

 

Kuvvetli olanlar bunu daha çok başarırlar. Bu bakımdan devlet, görevlilerini nüfus ve kudretlerini aşmamak için kazanç ve ticaretten menetmelidir. Bunun içindir ki Hz. Ömer (r.a.), kendi memurlarının mallarını hesaplar ve onlardan biri kendisine, ‘Ben ticaret yaptım ve kazandım’ dediğinde ona şöyle cevap verirdi: ‘Biz ticaret yapman için seni göndermedik.’ (24)

 

İşten Vazgeçmek

 

Fert istediği işi yapma hakkına sahip olunca, dilediği zaman işi bırakmak hakkına da sahip olacaktır. Ancak bu sonuncusu umumî menfaate zararlı olmamakla kayıtlıdır. Bunun için hukukçular der ki: ‘Halkın sanat ve işlerine ihtiyacı olduğu halde, işten çekildikleri takdirde emir sahiplerinin iş erbabına ecr-i misil ile iş yüklemesi caizdir.’ (25)  Bu bakımdan İslâm Devletinde işçiler yönünden tam ve genel bir vazgeçiş için cevaz görmüyoruz. Sonra bu vazgeçiş (keyfîlik) netice olarak tembellik ve umumî menfaate zarardan başka bir şey de getirmez. Burada iş sahiplerinin böyle bir durumdan faydalanarak işçilere yüklenmelerine ve ücretlerini değiştirmelerine bir yol açıldığı söylenebilirse de buna İslâm Devletinde yer yoktur. Çünkü devlet adaleti sağlamakla görevlidir. Eğer işçiler devletin işçileri iseler devlet onlara eşit âdil bir ücret takdir eder. Eğer özel teşekküller işçileri iseler, iş sahipleri âdil bir ücret verirler. Bundan kaçındıkları takdirde devlet ücret konusunda aralarında adaleti sağlamak amacıyla müdahele eder. Ne çalışan (işçi) zarar görür, ne de iş sahibi (patron) haleldar olur. Böylece cemiyet huzursuzluğuna sebep olan bir karışıklık önlenmiş olur.

 

E) MÜLKİYET HÜRRİYETİ

 

İslâm Hukukunda Mülkiyet Hakkı

 

İslâm hukuku, ferdin mülk edinme hürriyetini ve mülkiyet hakkını vaz’eder. Bu hakka saygı gösterir ve saygı gösterilmesini emreder. Bu hürriyeti kısıtlamayı veya bu hakka tecavüzü büyük günahlardan sayar. Mütecavizlere gereken dünyevî cezayı tatbik eder.

 

Mülkiyet Haklarının Sınırları

 

İslâm hukuku, mülkiyet hakkını ve malikin mülkünü tasarruf etmedeki hürriyetini kabul etmekle beraber bazı kayıtlara bağlamayı uygun görmüştür. Mülkü elinde tutmada, geliştirmede, çoğaltmada, bağışlamada ve başkasının hakkına bağlı olan mülkün tasarrufunda bu hürriyet kayıtlarla çevrelenmiştir. Mülk edinme yolları, bu hakkın doğuş sebepleri alışılmış şekilleriyle meşru iş, miras ve akitlerdir. Hırsızlık, gasp, kumar, nüfuzu kötüye kullanma, rüşvet ve faiz gibi İslâm hukukunun haram kıldığı yollar iktisap sebebi olamazlar. Fert, şer’î bir sebebe dayandığı sabit olan mülkünü kullanmakta, haramdan uzak, meşru yollarla çoğalmakta serbesttir. Ama hile, faiz, dolandırıcılık v.b. İslâm hukuku ahkâm ve ahlâkına aykırı olan yollarla mülk edinme veya mülkünü çoğaltmak ferdin hakkı olmaz.

 

Hukukî menfaat ve zaruret gerektirdiği takdirde mülkiyet hakkı yine kısıtlanabilir.

 

Mülkiyet hakkına bağlı olarak İslâm hukukunun tanıdığı birtakım haklar daha vardır ki bunlar: Akrabaların nafakası, zekât, muhtaçlara yardımdır. Tabi ki bunlar, zekât kaynakları kâfi gelmediği zaman veya beytülmalda (devlet hazinesi) bunların ihtiyacını giderecek kapasite bulunmadığı durumlarda söz konusudur ve ilerde zikredeceğimiz gibi dayanışmalı İslâm cemiyetinin gerektirdiği hallerdir.

 

 

 

F) GÖRÜŞ (Fikir) HÜRRİYETİ

 

İslâm devletinde görüş ve fikir hürriyeti ferdin en önemli bir hakkıdır. Ne devletin bu hürriyeti kısması, ne de ferdin bundan feragat etmesi caiz değildir. Ferdin insanlara ve düşüncelere saygılı olması için zaruri olduğu gibi, Müslümanın da İslâm esaslarına uyması, uyabilmesi için elzemdir. İyiliği emir, kötülüğü nehiy İslâm’ın en önemli özelliklerinden biridir. Bunun gerçekleşmesi her şeyden önce görüş hürriyetinin gerçekleşmesine bağlıdır. Bu vecibe ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de buyurulur ki:

 

“Muhakkak insan kesin bir zarardadır. Ancak iman edenlerle güzel güzel amel ve (hareket)’lerde bulunanlar, bir de birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler böyle değil..” (26)

 

“Mü’min erkekler de, mü’min kadınlar da birbirinin velileri (dostları ve yardımcıları)’dır. Bunlar (insanlar) iyiliği emrederler, (onları) kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar…” (27)

 

“Sizden öyle bir topluluk bulunmalıdır ki, (onlar herkesi) hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar…” (28)

 

Bir hadiste de Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur: “İçinizden biri kötü bir şey görürse onu kendi eliyle değiştirsin. Bunu yapamazsa diliyle, onu da yapamazsa kalbiyle düzeltsin. Bu en düşük imandır.”

 

İdarecileri kontrol, doğruluğu tavsiye ve uygulamalarını tenkit v.b. gibi haklar ferdin görüş hürriyetine sahip olmasını gerektirir.

 

Şûra prensibinin, müşaverenin, bunlarla ilgili tartışmaların gerçekleşmesi ve seçme hakkı gene görüş hürriyetine bağlıdır. Bu olmaksızın bilhassa şûranın uygulanmasına imkân olmadığı meydandadır. Bu hürriyeti kısıtlayan devletin şûra prensibini uygulamaya kalkması açık bir oyalama veya aldatmacadan başka bir şey ifade etmez.

 

Bu sebeple İslâm devletinin idarecileri ferdin bu hürriyeti üzerinde önemle durmuş ve bundan faydalanmaya onu teşvik etmişlerdi. Bir defasında adamın biri Hz. Ömer (r.a.)’e demiş ki: ‘Allah’tan kork!’ Bunun üzerine Hz. Ömer de: ‘Ne olur, bunu her zaman söyleyiniz. Eğer bunu söylemezseniz sizde hayır yok demektir; biz istemezsek bizde hayır yok demektir.’ Allah’tan kork sözü tavsiye, nasihat, iyiliği emir ve kötülükten sakındırma amellerini içine alır. Bunlar ise fikir ve görüş hürriyetinin sonuçlarıdır.

 

 

Görüş (fikir ve düşünce) hürriyetinden faydalanmak için bunu sadece tanımak kâfi gelmez. Buna ilaveten fertlerin mümkün olduğu kadar cesur, korkusuz, kalbi kuvvetli ve iktidara saygılı olmaları lâzımdır. Korkaklık, zayıflık, çekingenlik, pısırıklık ferdi görüşünü açıklamaktan alıkoyar. Bu ise milletin bir bakıma çöküşüne işaret eder. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurur ki: “Ümmetimi zalime, “Ey zalim” demekten korkar görürsen kendini ondan uzak tutmalısın (korumalısın).”

 

Müslümanda cesaret ve kalp kuvvetinin gelişmesi, nefsinde samimi bir tevhid inancının derinlemesine, zihinde bu inancın taşıdığı anlamların köklü olarak yerleşmesine bağlıdır. Müslüman, fayda ve zararın ancak Allah (c.c.)’tan geleceğini, ondan başkasının gerçek anlamıyla, kendisine veya başkasına fayda ve zarar veremeyecek kadar zayıf ve basit olduğunu, devlet başkanı ve idarecilerinin kendisi gibi kul ve yaptıklarından sorumlu olduğunu bildiği takdirde görüşünü açıklamaktan ve düşündüğünü söylemek için yüz yüze gelmekten korkmaz, çekinmez. Çünkü Allah (c.c.) onlardan daha büyüktür ve şüphesiz bütün ecel ve rızıklar Allah (c.c.)’ın elindedir, başkalarınınkinde değildir.

 

Görüş Hürriyetinin Sınırları

 

Görüş hürriyeti de birçok kayıtlara bağlanmıştır. Bu kayıtların ilki, her hakkın kullanılmasını bağlayan (iyi niyet) ‘hüsn-ü niyet’tir. Allah (c.c.) rızasına uygunluk, hakka varmak, cemiyette faydalı olmak ve Allah (c.c.)’ın emrettiği gibi İslâm için, Müslüman milletler için, hepsi bir nasihat ve tavsiye görüş hürriyetindeki hüsnüniyetin şartlarıdır.

 

İkinci kayıt; böyle bir hürriyet kullanılarak bir nevi ahlâksızlaşmamaktır. Böbürlenmemek, riyaya düşmemek, başkalarını küçümsememek, kötü taraflarını yapmamak, ayıplarını büyültmemek, mal ve mekân hırsına kapılmamaktır.

 

Üçüncüsü; İslâm prensiplerine ve inançlarına riayet etmektir. Ferdin İslâm’a zarar getirmesine cevaz yoktur. Ferdin İslâm Peygamberine, İslâm inancına görüş hürriyeti deliliyle leke sürmesine cevaz yoktur, böyle bir davranış Müslümanı cezaya müstahak bir mürted durumuna sokar ve görüş hürriyeti ona şefaatçi olamaz.

 

Dördüncü kayıt ise, İslâm’daki ahlâkî değerleri göz önüne almaktır. Şahsiyetlere dokunma, halka sövme ve onlara çirkinlikler atfetme hiçbir zaman bir kimsenin hakkı olmamıştır. Hürriyet, anarşi ve zarar âleti olmaya başladığı anda durur.

 

 

İdarecilerin tasarrufları ve devlet işleri hakkında görüşünü açıklaması vatandaşın hakkıdır. Devletin doğru yolda olmadığına kanaat getirince, faaliyetlerine rıza göstermek de hakkıdır. Fakat kendi lehine cemiyette anarşi yaratmasına ve görüşüne aykırı düşünenlerle çarpışmasına müsaade edilemez. Kendisinden cemiyete bir zarar gelmedikçe devlet ona müdahale etmez. Bu nokta, devlet yönünden ferdin tanınmış veya kısıtlanmış görüş hakkının ayrım noktasıdır ki Hz. Ali (r.a.)’nin de belirtmek istediği buydu.

 

Haricilerin fikir ve davranışları malumdur. Buna rağmen onlara şöyle diyordu: “Sizinle savaşa girişemeyiz. Çünkü bozgunculuk (anarşi) çıkarmadınız.”(29) Devlet, halkı tehdit ve kuvvetle kabule zorlamadıkça kendi görüşüne muhalif olanlara dokunmaz. Ona düşen iş muhaliflere görüşlerindeki hataları açıklamak ve doğruyu göstermektir.

 

‘Ebu Ya’la Ahkâmu’s-Sultaniye’ adlı kitabında, Haricilerden söz ederken der ki: “Eğer adalet ehliyle anlaşmazlık içerisinde oldukları halde inançlarında diretseler, başkan onlara inançlarının fasit olduğunu ve benimsedikleri şeylerin batıl olduğunu açıklasın. Umulur ki hak inanca ve toplumun menfaatine dönerler.” (30)

 

G) İLİM HÜRRİYETİ

 

İslâm, ilmin değerini ve âlimlerin kıymetini yükseltti. İnsanları ilme karşı aşırı bir arzuya davet etti:

 

“De ki: ‘Ya Rab, ilmini artır.” İlim ameller için, iş yapmak için zorunludur. Makbul olan iş de tamamen kanuna uygun ve sırf Allah (c.c.) yoluna has olarak yapılan iştir. Bu ise ilimle mümkündür. Allah yolunu bilmek ilmin kendisidir.

 

Farz-ı ayn Olan Şeyler İlimden Sayılır

   

Yapılması gereken ibadetleri bilmek gibi. O halde ilim de farzdır. Farz-ı kifâye olan şeyler de ilim çerçevesine girer. Bunlar ümmet olarak mutlaka elzemdir; teknik, endüstri ve muhtelif iş dalları gibi din ve dünya için ümmetin muhtaç olduğu şeylerin bir çoğuna taallûk eder. İdarecilerin seçimi ve valilerin tayini bu kabil farzlardandır. İslâm toplumunun muhtaç olduğu ve hayatın muhtelif dallarında zarurî olan ilimlerin, milletin mümessili olması itibariyle devlet tarafından önemsenmesi şarttır. Böylelikle vatandaşlara hem ilim yolu açılır, hem teşvik edilir, toplum kalkınır, hem de bu farz kolaylaştırılır, ilim tahsilinde vatandaşlara aynı şans verilmiş olur. Herkes kabiliyet ve gücü oranında bu farzı yerine getirmiş olur.

 

Peygamber (s.a.v.)’in sünnetinde ilim tahsil şansını artırmak için devlet üzerindeki ferdin haklarına delâlet eden mühim vesikalar buluyoruz.

 

Siyer kitaplarında kaydedilir ki: ‘Bedir savaşında esir düşenlerin fidyeleri 40 liraydı. Yanında parası olmayanlar 10 Müslümana ilim öğretecekti.’ Bu haber devletin, üzerine vacipmiş gibi ümmet fertlerine ilim şansı temin etmesinin lüzumuna delâlet eder.

 

H) FERDÎ VE SOSYAL SİGORTA (DEVLETİN TEMİNATI)

 

Bu hak ile ferdin devlet tarafından korunması ve gerektiği zaman teminat alınabilmesi anlaşılır. İslâm devletinde ferdin maddî veya manevî bakımdan çökmesine asla imkân verilmez. Hele göz göre göre ferdin veya fertlerin aç, korunmaya muhtaç ve aşırı ihtiyaç içinde kalmasına seyirci kalınamaz İslâm devletinde.

 

Allah (c.c.)’ın şu emri ile İslâm devleti Müslüman toplumunu yardımlaşma prensibine dayanan dayanışmalı bir cemiyet haline getirme borcu altındadır: “İyilik ve takva üzerinde yardımlaşınız. Kötülük ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayınız.”

 

Zenginin muhtacı gözetmesi bu yardımlaşma sisteminin tezahürlerindendir. Zengin malının fazlası veya artığı ile muhtacın ihtiyacını giderir. Peygamber buyurur ki: “Yanında fazla bir binek hayvanı olan onu hayvanı olmayana versin. Yine fazla bir şeyi olan onu olmayana versin.” (31) Bir başka hadiste buyurur ki: “Yanında iki kişilik yemek bulunan kimse üçüncüyü doyursun. Yanında 4 kişilik yemek bulunan kimse 5 veya 6.yı doyursun.” Devlet mademki cemiyetin mümessili ve vekili durumundadır. O halde bu hadis-i şerifin kendisine gösterdiği yolda yürümesi ona düşen bir görevdir. Çünkü böylelikle o fakir ve muhtaçların da kefili olmuştur. Devleti bunun gibi bir borç altına koyan diğer bir hadis de şudur: Hz. Peygamber (s.a.v.)’den rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “Ölen  bir mü’min mal bıraktığı takdirde, mevcut olan hısımları ona vâris olur. Eğer bir borç veya bir ziyan (kayıp) bırakmışsa bana gelin, çünkü biz onun velisiyiz (kefiliyiz).” Şevkânî bu hadisi açıklarken der ki: ‘Burada kayıptan anlaşılması gereken: Ölen mü’minin yoksul ve muhtaç yakınlarıdır. Ve Hz. Peygamber bu gibilere devletin bakmak mecburiyetinde olduğunu söylemek istemiştir.’ (32) İhtiyaç içinde olanlar da borçlu gibidir. Malı mülkü olmayan kimseler ihtiyaçlarını karşılayacak şeyi ancak beytül mal’dan temin edebilirler.

  

Sahih bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurur ki: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlığınızdan, size tabi olanlardan mesulsünüz. Halkın başındaki emir de çobandır; o da halktan mes’uldür.” İmam Nevevî bu hadisi açıklarken şöyle der: ‘Çoban, himayesi altında bulunan şeylerin selâmetini yüklenen güvenilir koruyucudur. Eli altında bulunan her şeyin, dünya ve ahirette huzur ve selameti onun amacı olmalıdır.’ (33) Fertlerin dünyadaki huzurlarının karşılamaktan âciz olduklarını zarurî ihtiyaçlarını gidermek olduğunda şüphe yoktur. Hatta bu kıt kanaat tatmin kendilerine ibadetlerinde de kolaylık sağlar. Çünkü bu durumda olan insanlar içinde bulundukları ihtiyacı düşünmekten Allah (c.c.)’a gereği gibi ibadette bulunamazlar.

 

Devlet Teminatı Ferdin Daimî Hakkıdır:

 

Devlet kefaletinde (sosyal sigorta) ki ferdin hakkını İslâm hukukunun getirdiği haklar, nizamlar ve direktifler destekler. Bütün bunlar ferdin ihtiyaçlarını gidermeye kâfi gelmezse, devlet kendi imkânlarıyla ferde doğru eğilir ve ona ihtiyaç ve aczi halinde genel bir teminat sunar. Bu yenilikleri şöyle sıralamak mümkündür.

 

Aslolan Ferdin Kendi Kendisine Yetmesidir:

 

Genel bir kural olarak üstün el düşük elden hayırlıdır. Buna göre ferdin başkasına el açmadan, çalışıp kazanarak kendi kendisinin idare ve geçimini temin etmesi gerekir. Çünkü vermek almaktan hayırlıdır. Ve vermek ancak zenginlere düşer. Zenginlik ise çalışıp kazanmanın semeresidir. Bir hadiste şerifte şöyle buyurulur: “Ruhum elinde olan Allah’a yemin ederim ki: Sizden biriniz ipini alıp dağa gitse, odun kesse, sonra sırtına yükleyip getirse ve parasıyla karnını doyursa bu başkasına elini açmaktan çok daha hayırlıdır.” Başkasına veya kendisini temsil eden devlete el açmak, çalışma ve kazanmaya güç bulunduğu müddetçe makbul değildir.

 

Devlet Fertlere Çalışıp Kazanma Sahaları Açar:

 

İslâm hukuku nazarında çalışmak hayırlı, dilenmek sakıncalıdır. İslâm devletinin vazifesi İslâm nizamının istediği şeyleri gerçekleştirmek, çirkin saydığını yok etmektir. Böyle olunca, devletin fertlere çalışma sahaları açması, kazanç imkânları hazırlaması gerekir.

 

Ve bu vatandaşların devlet üzerindeki haklarından birisidir. Devlet işsizlere iş bulur, fertlerin çalışması için faydalı yollar bulur ve beytülmaldaki (devlet bütçesi) geliri en hayırlı şekilde kullanır. Hatta fertlerin iş bulup çalışmaları için zarurî olan ihtiyaç beytülmalın borç vermesini gerektiriyorsa borç caizdir ve sadakadan daha hayırlıdır. Ebu Hanife’nin arkadaşı meşhur hukukçu Ebu Yusuf bunu şöyle ifade eder: “Haraç toprağının sahibi fakirliğinden dolayı toprağını işlemekten âciz düşerse, çalışması ve toprağını işletmesi için, borç olarak beytülmalden ihtiyacı karşılanır.” (34)

 

Nafaka Hakkı

 

Ferd iş bulamadığı zaman, veya iş bulunup da kendisi güçsüz olduğu zaman zengin bir yakınına ona nafaka temin etmek şart olur. Böylece fakir bu hak ile ihtiyacını giderir. Aile fertleri ve çeşitli akrabalar arasındaki bu destek ihsan veya minnete değil, aksine bir farziyet vücubiyete dayanır.

 

Zekât

 

Ferdin çalışacak gücü yoksa kazanacak veya kazanç getirecek bir şeye de malik değilse, ya da kendisine nafaka temin edebilecek bir akrabası yoksa, bu takdirde zekat ile ihtiyacını gidermek mümkün olacaktır. Zenginlerin mallarında fakirlerin hakkı vardır ve bu zekâttır. Aslolan, zekâtı devletin toplaması ve fakirlere dağıtmasıdır. Müstehak olanlardan başkasına dağıtmak caiz değildir. Devlet zekâtı toplamakla, onu birçok fakir ve muhtaçlara dağıtmaya kefil olmuş demektir. Aynı zamanda bu toplama ve dağıtma işlemini tanzim etmekle de mükelleftir. Zekât, fakirler için genel ve sosyal bir teminattır. Gerektiği zaman devlet zekâtı kuvvet zoruyla da uygular. Nasıl ki Hz. Ebu Bekir (r.a.) kendi zamanında zekât vermeyenlere ölüm cezası vermişti. Zekât gelirleri hiçbir fakir bırakmayacak kadar büyük bir yekûn tutar. Çünkü zekât sermayeden, sermayenin kazancından ve her türlü, her sınıf maldan alınır. Tahıllar, hayvanlar, ekin, maden, eşya v.b. Eğer bugün Türkiye’de veya (Irak’ta) zekât toplansaydı milyonlarca lirayı bulur ve bütün muhtaç ve fakirlere yeterdi.

 

Beytülmal (bütçe)’den Devletin Fertlere Teminatı:

 

Muhtaçların ihtiyacını gidermek hususunda sayılan hak ve nizamlar yetmediği takdirde devlet müdahale eder.

 

Müslüman toplumdaki fertlere düşen yardımlaşma prensibini harekete geçirmek için geniş bir kampanya açar ve fakir ferdin de kefili olduğu için bütün muhtaç fertlere beytü’l-mal’dan ihtiyaçları nispetinde yardım eder. İmam İbni Teymiye der ki: ‘Zekât ihtiyaçlarını karşılamaya kâfi gelmediği takdirde, muhtaçlara beytü’l-mal’dan veriniz.’ (35) Bu gereği devlet yerine getirmediği takdirde fert ona karşı, sahip olduğu bu hakkına dayanarak dava açabilir. Hakim de ferdin hakkını müdafaa eder. İbni Abidin de hükmünü bu yolda ileri sürmüştür. Ona göre hakim emir sahiplerini (devlet) âciz durumda olan fakire yardım etmeye, kaza tedarikiyle mahkûm edebilir. Nasıl ki fakiri zengin bir yakını ve akrabası bulunduğu zaman ona da bu yardımı gerekli kılabilir. Kendileri için beytül-mal’dan devletin kefaleti meselesinde fertlerin hakkını destekleyen eski tarihî tatbikatlar da vardır. Halife Hz. Ömer (r.a.) fertlerin beytül-mal’daki haklarına dair çok sağlam bir yol takip ve tanzim etmiştir. Diyor ki : ‘Fert ve felâketi, fert ve ihtiyarlığı, fert ve ihtiyacı…’ Umumî bir felaket anında bu telef olup kıtlık meydana geldiğinde Hz. Ömer (r.a.) muhtaçlar için yemek hazırlatır ve tellallara çağırtırdı ki : ‘Kim ki yemek hazırlayıp yemesini seviyorsa gelsin yapsın. Kim ki kendine ve ehline yetecek kadar yemek almak istiyorsa gelsin alsın!’ (36)

 

Devletin Muhtaçlara Kefaletten Aciz Düşmesi

 

Devlet fakirlere bakmaktan, ya da muhtaçlara beytülmal’dan yetecek kadar gelir bulunmaması sebebiyle âciz düştüğünde, devletin kefaleti İslâm ümmetinden olan kudretli kimselere geçer. Bu vücubiyet ümmetin harekete geçmesini gerektiren kifaye farzlardan sayılır. Bunu birçok fâkihler teyid etmişlerdir: Müslümanların zaruretini defetmek, çıplağı giydirmek, aç’ı doyurmak gibi kifaye farzlardandır. İhtiyaç zekât veya beytülmal ile giderilmediği zaman zengin ve kudretli olanlar bunu temin ederler. Zengin ve kudretli olanlardan kasıt, bakmak mecburiyetinde olduğu kimseler için bir senelik iaşelerinin dışında fazla malı olanlardır. Buradaki zarureti defi’den maksat da ihtiyacın giderilmesidir. Meselâ giydirmek hususunda ölçü kış veya yaz mevsimine göre gereken nisbette vücudu örtmektir. Yedirme ve giydirmeye, açıklandığı gibi, hizmetçi, tedavi parası, doktor ücreti gibi ihtiyaç çerçevesine giren masraflar da katılır. İslâm devletinde beytülmal bu yardımdan âciz kaldığı müddetçe kudretleri nisbetinde muhtaçlara yardım etmeleri kefaletten çekindikleri takdirde devlet onları buna zorlar. İbni Haldun der ki: ‘Her şehir halkının zenginleri üzerine fakirleri gözetmeleri farzdır. Hükümet (devlet), zekât onlara yetmediği takdirde zenginleri bu gözetmeye icbar eder. Gereken yiyecek, giyecek ve barınak temin edilir.’ (37)  

 

Gayrı Müslimler İçin Devletin Kefaleti

 

Fakir halk için devlet kefaleti yalnız Müslümanlara mahsus değil, aksine gayrı müslimlere de şamildir. Zimmîler de fakir oldukları takdirde yardıma müstahak olurlar. Bu konuda tarihî tatbikat zimmîler için gereken devlet kefaletine açıkça işaret eder. Hâlid b. Velid’in Hire ehline yazdığı mektup bunlardandır:

 

‘İş göremeyen bir ihtiyar, ister felâkete uğramış biri olsun, ister zenginken fakir düşen ve din ehlinin kendisine sadaka verdiği biri olsun cizyesi affedilir. Aynı zamanda ‘Dâr-ı Hicret’ veya ‘Dar-ı Harp’te ikamet ettikleri yer ve kullandıkları eşyalar Müslimlerin beytülmalından kendilerine bağışlanır.’ (38)

 

O zaman bu mektuba ne Hz. Ebu Bekir (r.a.)’den, ne de bir başkasından itiraz vaki olmamış ve ‘icma’ değerini almıştı. Sonra âdil halife Ömer b. Abdulaziz’in Basra’daki valisi Adiy b. Ertat’a gönderdiği mektupta şunu görüyoruz: ‘İhtiyar, kuvvetten düşmüş, iş yerlerinin kendilerine iş vermediği zimmet ehlini gözet de onlara Müslümanların beytülmalından uygun olan ücreti ver!..’ (39)

--------------------------------------------

(9) Abdulkerim Zeydan , El-Medhalu Lideraseti’ş-Şeriati’l-İslâmiyye, s. 48.

(10) Yûsuf Sûresi, 109.

(11) Mülk Sûresi, 15.

(12) Tabakâtü İbn-i Sa‘d, c. 3, s. 293.

(13) Kâsânî, c. 7, s. 111, El-Muğnî, c. 8, s. 445.

(14) Suyûtî, El-Camiu’s-Sağir, c. 2, s. 473.

(15) Karafi, El-Furûk, c. 3, s. 14.

(16) Nahl Sûresi, 125.

(17) Bakara Sûresi, 256.

(18) Ebu Yusuf, el-Harac, s. 91.

(19) Zeylâî, Şerhü’l-Kenz, c. 2, s. 174.

(20) Nûr Sûresi, 27.

(21) Nûr Sûresi, 28.

(22) Necm Sûresi, 39.

(23) Prof. Mustafa Zerka, Melâmihü’ş-Şer’il İslâmî, El-Müslimûn Mec. Sayı 7, s. 48.

(24) İbni Kayyım, Turuku’l-Hukmiyye, s. 14.

(25) Asr Sûresi, 1, 3.

(26) Tevbe Sûresi, 71.

(27) Âl-i İmran Sûresi, 104.

(28) Neylü’l-Etvar, c. 7, s. 158.

(29) Emta’ül-Esmâ, s. 101.

(30) İbni El-Muhal, c. 6, s. 156.

(31) Şevkânî, Neylü’l-Etvar, c. 6, s. 57.

(32) El-Lu’luu ve’l-Mercan, c. 2, s. 284.

(33) İbni Abidin, c. 3, s. 364.

(34) Es-Siyasetü’ş-Şer’iyye, s. 53.

(35) Tabakat-ü İbni Sa’d, c. 3, s. 311.

(36) İbni Hazm, El-Mahallâ, c. 6, s. 144; En-Nevevî, El-Minhâc, Şerhuhu, Er-Remlî, c. 7, s. 194; Muhammed Ziyaüddin Reys, En-Nazariyyatü’s-Siyasetü’ş-Şer’iyye, s. 250.

(37) Ebu Yusuf, El-Harac, s. 144.

(38) Ebu Übeyd, El-Emval, s. 45, 46.

(39) Nisâ Sûresi, 59.